“Ana, ben sana bu adama yüz verme, yüz verirsen astar ister demedim mi? Bak yine eve almışsın! Konu komşu ne der sonra! Babamızın kemikleri sızlamaz mı? Bu ne…”
ANA: “Ne, ne oğlum, hadi söyle! Nasıl olsa birine varmayacak mıydım? Ha Hasan, ha Kel Hasan ne fark eder.”
OĞUL: “İyi de ana bu Hasan; ne Hasan ne da Kel Hasan, bu bildiğimiz harami…
ANA: “Güleyim bari yahu bal tutan parmağını yalar! Bırak biraz da bu yalasın!
OĞUL: “Vay ben onun parmağını, tasını, tarağını, çıkınını, papazını, veledini, kare asını…”
ANA: “Dur evladım; celallenme, pişman olursun sonra dediklerine!”
OĞUL: “Niye ki ana? De hele bana! Mecbur muyuz bu sallamaya.”
ANA: “Oğlum, evladım; sallama dediğin bu adam var ya!”
OĞUL: “E… Ne olmuş?”
ANA: “Valla seni de sallar beni de… Dedim ya taraftarı çok bu adamın, arkası kuvvetli. Memlekete ne kadar cahil cühela, çıkarı için çiçek tarlası yakan sahib-i sigala, hemcinslerine tepeden bakan şingala, hırsına yenik mangala varsa almış arkasına…”
OĞUL: “Ne yazar ana; alayının hakkından gelirim alimallah!”
ANA: “Yok, evladım, bırakmıyorsun ki söyleyeyim. Bu adam!”
OĞUL: “Bu adam, bu adam de hele! Çıkar dilin altındaki baklayı!”
ANA: “Bu adam benimle “paşa nikâhı” kıymak istiyor.”
OĞUL: “Paşa nikâhı” mı? Ölürüm de kıydırtmam. Vermem seni bu adama! Bunu nasıl söylersin bana! Ben ki söz vermiştim alp babama…”
ANA: “Oğlum, evladım, sende görüyorsun bu adam istesek de istemesek de gayri meşru olarak haremimize girip çıkıyor. Demem o ki bizi evlendirirsen her şey meşru olacak, sen de kurtulacaksın dedikodudan. Kafanı kullan, hatırla işte, ne demişti Zülfikar enişte! “Bükemediğin eli öpeceksin.” Hadi, alıştır ağzını, bıç de bakayım.
OĞUL: “Demem ana! Bunu nasıl teklif edersin bana! Hem ben bu adamın niyetini biliyorum. O seni niçin nikâhına almak istiyor?”
ANA: “Niçin istiyormuş?”
OĞUL: “Adamın bütün derdi, niyeti sana ve çocuklarına hükmetmek… Sende değil gözü, anlasana! Gözü senin malında, servetinde, mücevheratlarında… Hele bir nikâhlan, bak o zaman, kıymet verdiğin ne varsa satıp savacak, seni cıs çıplak bırakacak…”
ANA: “Yok, oğlum yanılıyorsun. Bak adama; boyu bosu yerinde, bıyıkları kaytan, gülmesi hoş, ağlaması mayhoş; gözleri ebrulu, natıkası sulu olsa da sosyal, enerjik, özgüveni…”
OĞUL: “Yeter ana, anlaşılan sen abayı yakmışsın bu adama! Ben ne desem boş, düşünüyorum; kardeşlerim ne der bu işe?”
ANA: “Kardeşlerin mi? Boş ver onları! Onlar zaten muhalifler. Bırak muhalefette kalsın, debelenip dursunlar. Sen hele “he” de! Gerisi kolay. Hem sen değil miydin; ‘Ben senin saçlarının akışına, o baygın bakışına ölürüm ana’, diye türkü çığıran. İyi düşün, bir beni değil, kendini de kurtaracaksın! Benim izdivacım, senin de bekan olacak.”
OĞUL: “Bekam! Onu doğru ana! Zaten bütün kardeşlerim gözlerini dikmişler! ‘Son verin artık şunun saltanatına’, diyorlar evlatlarıma. Onlar da sulanıp duruyorlar makamıma. Düşünüyorum da eğer ben, bu babayı alırsam arkama; kimsecikler bundan sonra çomak sokamaz tekerime, çıkamazlar yoluma.”
ANA: “Ha şöyle! Nihayet geldin mi sözüme?”
OĞUL: “Yalnız ana, ben bu adama geçmişte çok sövdüm, yerden yere vurup durdum. Gerçi o da bana çok laf sokmuştu ya! Bütün bunlardan sonra beni affeder mi acaba?
ANA: “Orasını bana bırak. Ancak, bundan böyle kardeşlerin kılıçları, tarihi okları, dolma tüfekleri ile saldırırlarsa müstakbel kocama…”
OĞUL: “Sözüm söz ana, saf tutup kalkan olacağım her türlü silahlarına. Alimallah, bir başıma yeterim alayına!”
ANA: “Ha, unutmadan bir söz daha istiyorum senden, bundan böyle müstakbel pederinin sözünden çıkmayacak, bir dediğini iki etmeyeceksin!”
OĞUL: “Anladım ana! Sultan Babama tapacağım, o ne derse onu yapacağım. Gel derse gidecek, kal derse kalacak, yat derse yatacağım.”
ANA: “Aferin, has oğlum benim! Şimdi sana düşen bu akdin ilanı. Kendi ellerinle nikâhla beni Paşa Baba’na; gerdek gecemizde de kıvırtarak göbek atmayı unutma! Nasıl olsa bundan sonra her gün göbek atacaksın! Kıyafetten yana endişen olmasın ha! Köçek kıyafetlerini çoktan verdim kuru temizlemeye…”