Bugün İnönü Üniversitesine Yol Alırken…

Heyecanlıyım. Açıkça itiraf edeyim ki heyecanlandım. Öyle az buz değil. Tıpkı yeni okula kaydolan öğrenciler gibi. Tıpkı 1961 yılında kaydımı yaptırıp taşradan, Malatya’dan gidip o görkemli binaya, Dil-Tarih ve coğrafya Fakültesine adımımı attığım günün heyecanını, Cuma günü Öğrenci İşleri Daire Başkanı Sayın Samİ Durak Beyefendinin Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümüne kaydımı yapıp, öğrenci kimliğimi elime tutuşturduğunda, bunu bir kez daha yaşadım.

Kimliğimi alıp Fen Edebiyat Fakültesinin yolunu tuttum. İlk önce sosyoloji bölüm hocalarımızın odalarının bulunduğu 2. kata uğradım. Salonda Sosyoloji Bölümü Ders Çizelgesinin asıldığı panodan ders çizelgesini telefonuma kaydettim. Sonra tek tek hocalarımızın odalarının isimlerine göz attım. Birçokları ile ya toplantılarda bir araya gelip sohbet ettiğimiz, ya da televizyon programlarında beraber söyleşi yaptığımız hocalarımızın olduğunu gördüm.

Sonra aşağıya inip Rektörlük Binasının önünden geçerken, İnönü Üniversitesine yeni gelmediğimi, onlarca kez sempozyumlar, toplantılar, iki üç kez de Rektörlük binasının önündeki o geniş alanda, Rektörlerimizle akşamları saatlerce süren canlı TV. Programları yaptığımı anımsadım.

Bu duygu ve düşüncelerle üniversitemizin yeşil mi yeşil, güzel mi güzel yollarında ilerlerken birden 2011 yılı aklıma geldi. Öyle ya o yıllarda da İnönü Üniversitesi Öğrenci İşleri Daire Başkanlığına Başvurarak, Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde okumak istediğimi yazılı olarak bildirmiştim. Birkaç kez Ankara’ya gidip gelmiş, istenen gerekli belgeler ile Ankara Dil – Tarih ve Coğrafya Fakültesi coğrafya bölümü öğrencisi olduğuma ait dekanlık yazısını getirmiştim.

İnönü Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanlığı kayıt olmama olumlu bakmıştı. Öyle ki o yıllarda dün gibi hatırlıyorum. Yine bir gün Fen Edebiyat Fakültesi Dekanımızın odasından çıktığımda Prof. Sayın Taner Tatar Hocamızla karşılaşmıştım. Hoş beş sohbetten sonra Taner Hocam, ‘ hayrola Asım Bey ne geziyorsunuz ’ dedi. Ben de Felsefe Bölümüne başvuruda bulundum, okumak istiyorum dedim. Taner Hocam sağ olsunlar tevazu gösterip, ‘ gel bizim sosyoloji bölümüne başvur ’ dediler. Ben de hocama teşekkür edip felsefe bölümüne bir kez niyet ettiğimi söyleyerek vedalaştık.

Sonra mı ne oldu? Ne bir yazı, ne de bir sözle dahi olsa açıklama yapmadan, 2011 yılında okumama yol vermediler. O yıllarda okumama kim yol vermedi? Neden yol vermediler? Bilmiyorum. Kimlerin yaptığının peşine de düşmedim. Yalnız 2013 yılında Bilsam’ın hazırladığı bir sempozyum toplantısına katılan YÖK Yürütme Kurulu Üyesi Prof. Sayın Durmuş Günay’a durumumu anlatım. Almaları gerekirdi diyerek, gerekçelerini de açıkladı.

Yalnız o yıllarda bu konuyla ilgili üç-dört köşe yazısı yazmıştım. O günkü yazdıklarımın tamamını almadım. Köşe yazılarımı içeren kitaplarımın yakın bir zamanda çıktığında, bu yazılarımın bütününü yayınlayacağım. İşte o günkü köşe yazımın birinci bölümünü siz değerli okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

‘’Üniversitelerimiz ve profesörleri ( 1 )

Hayat yalnızca katı kuralların yaşandığı bir mekân değildir. Kültür ve hayata bakış, ne bir anda oluşur, ne de doğar. Kültür ve hayat bir ‘yaşanmışlık’ halidir. Bu toprakların insanlarına ‘kültürün’, bir yaşanmışlık hali olduğu, derinlerden geldiği, bunun sorgulanması da söylenip öğretilmemiştir. Kişilerin düşünceleri ve anlayışları, varlık nesnelerini algılayışları yaşadıkları anla sınırlı kaldı hep. Çünkü onlara, ‘devlet zihniyeti’ öyle öğretmişti. Hayatın bir yaşanmışlık hali, kültürün de zaman ve mekân içinden akıp gelen bir yolculuk hali olarak algılanmadı bu topraklarda.

Önüne bir metin sürüldü ve o metni ezberleme yöntemi öğretildi çocuklarımıza. O çocuklarımız ne yapsın? Başka bir metin de gelse önlerine, kendilerine öğretildiği gibi okudular. Metinleri okuya okuya ezberlediler. Ezberlendiler. Ve ezberleriyle büyüdüler. Bunun dışında hayatı ve hayatın içindeki değişik yaşanmışlığın var olduğunu, var olabileceğini düşünmediler. Düşünmelerine yol verilmedi. Vermediler. Çerçevesi çizilmiş kalıplar, yontulmaya müsait olmayan paradigmalar oluştu çocuklarımızın zihinlerinde. Çocuklar büyüdü genç oldular. Kafalarındaki prangalarla. Gençlik geleceğimiz dediler. Prangalı kafalar nasıl gelecek olacaksa? ’Habire gençlik geleceğimiz’ teranesi okundu. Gençliğin kafasında oluşturulan zincirli barikatları açacaklarına yapıştırdılar. ‘23 Nisan-19 Mayıs-29 Ekim Bayramlarında; ilk ağızlarındaki cümle, hep ‘gençlik geleceğimiz’ oldu. Bu zihniyet; Sonra geleceğimiz olan bu gençliği birbirine kırdırmayı hiç, ama hiç mi, ihmal etmediler. Halen de kırdırmaya devam ediyorlar.

Bu zincirli, barikatlı kafalarla nice mühendis mimar yetiştirdik. O kafalar zincirli ve barikatlı olduğu için ‘fay hattını’ göremediler. On binlerce yurttaşımızı faylara kurban verdik. On binlerce gencimize ‘hukuk’ okuttuk. Hukuku kanun diye yorumlattılar. O kanunlarla ne kıyımlar yaptırdılar kanun yorumcularına. Öğretim görevlisi profesör oldular. Okuttukları gençlere, okuyun okumanın sonu yoktur dediler. Kendileri okumayı bıraktılar. Okumayı bıraktıkları için sorgulayarak yorum yapamadılar. Ezberleriyle kaldılar. Ne, ‘bana bir harf öğretenin,’ ne de ‘ilim Çin’de de olsa gidip alınız’ atasözlerinin anlamlarını yorumlayabildiler. Bunları söylenmesi gereken laf olarak gördüler. Ve okuttukları gençlere öyle laf olarak söylediler. Oysa bu sözlerin hayatın içinden, yaşanmışlığın içinden bir kültür olarak binlerce yıldan süzülerek geldiğini var olduğunu ve var olacağını hep unuttular. Unutturdular. Düşünmediler bile. Çünkü onlara düşünme ve hayata yorum katma öğretilmemişti. Bunların adlarının önlerine Prof. da yazılsa, işte öyle profesörlerdi. Öyle gelip, öyle de gidecekler…

Elbette disiplin sahiplerinden söz ederken tümünü kastettiğimi söylemek istemiyorum. Belli oranda mühendisleri, hukukçuları, diğer disiplinleri yüklenmiş olanları, almış olduklar disiplinler çerçevesinde ezberlerine hoş görü içersinde yaklaşmamızda herhangi bahis olabilirde, olmayabilir de. Ancak adlarının önlerine Profesör Unvanını, yani ‘hikmet sevgisine’ sahip olanları hoş görü içerisinde görebilir miyiz? Onlar disiplinler içerisinde, ‘hikmet sahibi’ olarak yerlerini almak durumundalar. Yine onlar; ‘hikmet sahibi’ kuşaklar yetiştirmek ve geleceğe hazırlamak zorundalar. Böyle bir zorunlulukları olduğunu ayrıca düşünüyor ve bu düşüncemi buradan seslendirmek istiyorum.

Ama hayat bütün yaşanmışlığı içerisinde durmadan akan bir nehrin içerisinde, her gün, her saniye, her an, yeni bir mekânda akarak yoluna devam edecek, ediyor da. Bilimi bir ‘görme’ işi olarak tanımlayanlar olduğu gibi, bilimi ‘görülmeyeni görme,bulma’ işi olarak söyleyenler de var. Ayrıca ‘görme’ kaybolanı bulmaktır aynı zamanda. Kaybetmek yerine bulmak. Nerede o bilgiyi ‘Hikmet Sevgisi’ olarak anlayan, görmeyi bulma, var etme, ortaya çıkarma olarak algılayan birikimli gerçek profesörlerimiz? Gerçekten var olup, bizlere yol olsalardı ülkemiz gündemi ve Malatya’mız böyle mi olurdu?’’ 03 Ekim 2011 Pazartesi Malatya Hâkimiyet Gazetesi

Ne diyeyim. O gün benim okumam yol vermeyen hocalarımın da canları sağ olsun. Hayatımda hiç art niyet beslemedim. Kimse hakkında kötü düşünmedim. Yalan söylemedim. Haya damarı mı, ar damarımı çatlatmadım. Bu sözler; 1940’ların başında rahmetli anam çocukluğumda kulağıma üfleyip, ben besleyip büyüten, aklıma bir nakış gibi işlediği kelamlarındandır.

80 yaş yılının ortalarındayım. Yaşantım ortada, ben göz önündeyim. Bana kişiliğimi oluşturan anama Allahtan gani gani rahmet diliyorum.

Bu gün beni gençlik yıllarıma döndüren, heyecanlandıran mutluluk gözyaşlarına gark eden, okumama yol veren, yol açan; Başta Rektörümüz Sayın Ahmet Kızılay Hocamıza, Rektör Yardımcımız Sayın Abdülkadir Baharçiçek Hocamıza, Yönetim Kurulu kararı alan Sosyoloji Bölümü Hocalarımıza, Öğrenci işleri Daire Başkanı Sayın Sami Durak’a ve ayrıca emeği geçen her kese en samimi, en içten duygularımla teşekkürlerimi sunar, benim okuma yollarımı açan herkesin, Allahtan yolarının açık olmasını temenni ediyorum.