Türkiye halkı 24 Haziranda kendi kaderini tayin etme açısında çok önemli bir karar vermek için sandıklara gidecek.
Kendi içinde, demokratikleşme olgunluğunu başaramayan bir siyasi sistem ve dolayısı ile onu temsil eden siyasi partiler mevcut yapılarından daha geri giderek, yani daha da otoriterleşerek kendince sistemi demokratikleştirmeye çalışacaklar.
Yani; Demokrasinin temel ölçüsü olan fırsat eşitliğine dayalı seçme ve seçilme modelli temsil yöntemini kenara iterek, sadece milletvekillerini parti genel başkanları belirleyip halkın önüne koyarak vatandaşı belirledikleri listelerdeki, belki hiç tanımadıkları kişilere oy vermeye zorlayacaklar.
Siyasi ortamı öyle bir şekilde ayarladılar ki vatandaşa, seçmene ikinci bir tercih yapmama zorunda bıraktılar. Tabi bu ortamı iktidarın bizzat kendisi yaptı. Neden yaptı. Aslında bunun en büyük nedeni her ne kadar sistemdeki ağır ekonomik sorunların toplum üzerinde yarattığı olumsuz koşullar ise de bir diğer nedeni de rakip siyasi partileri, iktidar olanakları ile kullandığı siyasi, sosyal güç sayesinde hazırlıksız bir şekilde yakalayıp elindeki iktidarı korumaktı.
Peki bu şekildeki bir yöntem demokratik mi? Tabi ki değil. Zaten aradığı da bu değil.
On altı yıldır iktidarı tek başına elinde bulunduran AKP bu güne kadar yönetmiş olduğu ekonomik sistemi istenilen noktaya getirdi mi? Kendi ifadeleri ve uygulamalarında da anlaşılacağı gibi bunda başarılı olamamışlar. Olmuş olsalardı her dönem, her şekilde karşı çıktıkları erken seçime gitmezlerdi.
Peki bu başarı için bundan sonra umut var mı? Açıkladıkları manifestodan da anlaşılacağı gibi bundan sonrada bir umut yok. Çünkü manifesto adı altında toplanıp, kamuoyuna yeni bir şeymiş gibi anlatılanlar, iktidara ilk talip olup yaptıklarının dışında hepsi aynı vaatler.
Bu manifestodan çıkan mesaj tek kelime ile artık tıkanmışlıktır. Ülke sorunları için artık politika üretememektir.
Üretimde geri düşmek iktidarda düşmeyi beraberinde getirir.
Hayattaki her olayda bu genel bir kuraldır.
Vaat ettikleri başkanlık yönetim sistemi için akıllarında ne varsa bu güne kadar söylediler ve yaptılar. Sonuçta yaptıkları siyasi olarak yönetmeye çalıştıkları liberal kapitalist ekonomik sistemi tıkadı. Ve artık ileri gidemiyor.
Demokratik bir anlayış temelinde örgütlenmeyen siyasi partiler iktidara gelmiş oldukları toplumlarda kendi örgütlenme anlayışları doğrultusunda toplumu dizayn edip öylece yönetmeye çalışırlar. Bunun en kolay yöntemi de yönettikleri toplumu oluşturan toplumsal dinamikleri ekonomik, sosyal, siyasal, etnik, dinsel ve mezhepsel yollardan kutuplaşmaya iterek yönetmektir.
Bugün ülkemizde siyasette egemen olan politik yönetim anlayışı bu kutuplaştırma temelli siyasi cepheleşme anlayışıdır.
Seçim sürecinde yaratılan bu anlayıştan dolayı Türkiye toplumunu oluşturan ve nüfusun yaklaşık üçte birine denk gelen Kürt halkının siyasi temsilcisi olan ve yine yasalardaki tanımı ile tanımlanmış, örgütlenmiş, yasal seçimlere katılıp parlamentoda gurup kurmuş Türkiye’nin ikinci büyük muhalefet partisi konumundaki HDP'yi bırakın siyasi partilerin ittifaklarına dahil etmeyi yaratılan sosyolojik ve psikolojik-gerilim korkusundan dolayı adını bile anmak istemiyorlar.
Nedeni ne olursa olsun toplumları kutuplaşma siyaseti ile politize ederek yönetmeye çalışmak her halükarda her ekonomik, sosyal ve siyasal sisteme zarar verir. Ve böylesi bir yönetim anlayışına kim ne ad verirse versin o yönetim anlayışı da demokrasi olmaz. Demokrasi olmayınca da hiç bir toplum Atatürk’ün deyimi ile "Münhasır medeniyetlere ulaşamaz".