Dilimizde "tüy" bitti yıllarca söyledik "sur içini" bir açık hava müzesi haline getirelim diye, tarihi evlerin çoğu yıkıldı gitti, yerlerine "ucube" binalar yükseltildi, bunları yıkalım, yerlerine "yeşil alan"lar yapalım diye, ayakta kalabilen tarihi yapıların dışında hiç bir "ucube" bina kalmasın sur içinde, sadece bir turizm şehri olsun burası, iç kale'deki mevcut "Sahabeler camisi"nin civarını yeniden inşa edilecek "başka" mabetlerle zenginleştirerek "inanç turizmi merkezi" haline getirelim diye, biz yazdık, biz okuduk sözlerimizi..
"Tarih"ten değil, "tarihin kendisinden sorulduğu şehir"dir Diyarbekir'in sur içi, resmiyetin yeni adlandırmasıyla "sur ilçesi"ne denebilir ki bütün ülke, dolayısıyla bölge halkı hep "Şarkın Parisi" derdi, tarih öncesinden gelen bir yaş'a sahip olan bu şehir, sırtında taşıdığı 30'dan fazla medeniyetin ağır yükü ile "koca"lmış, deyim yerinde ise "beli bükülmüş"tür de adeta "Şarkın Paris'i değil de varoşu" durumuna gelmiştir.
Sevindirici olan ise, bugün sur içinin "hal-i pürmelal"i, keşfedilmiş, yıkılanların, yakılanların yeniden inşaasına karar verilmişir, henüz girilemeyen sokakları olan sur içinin ne zaman istenen şekle geleceğini kestirmek gayet zordur, çünkü deyim yerinde ise "ölü ayağa kaldırılmak" isteniyor.
."Umut fakirin ekmeğidir" derler ya, bizde yüklendiğimiz umudu yitirmeden "sabır"la beklemeye başladık, amacı "dün"ü unutturmamak olan yolculuğumuza "devam" etmek istedik, istedik ki herkes bilsin Diyarbekir'in "dün" nasıl bir "gül" şehri olduğunu, hemen her evinde çeşit, çeşit güller yetiştirildiğini biz söylemiyoruz, "Matrakçı Nasuh" söylüyor.
"Çayda çıra"nın kenarlarında "reyhan bağları"nın bulunduğu Dicle nehri üzerinde nasıl güllerle, çiçeklerle, meşa'lelerle oluştuğunu "Evliya Çelebi" söylüyor, "Osmanlı Belgelerinde Diyarbakır" (s. 272-273-274) söylüyor, "helal olsun Antalya'ya" başka ne denir, Antalya'yı ziyaretlerimin birinden dönerken şöyle demiştim;
"Antalya'daki evlerin balkonları bile bir çiçek bahçesi" bunu derken Diyarbekir "sur içi"nde yitirdiğimiz güllerin, çiçeklerin özlemini çekmiştim, mübalağa etmiyorum, sokağımızda bir evde rahmetli "tenekeci Sait"in evinde her çeşitten onlarca gül varken, 70'in üzerinde çiçek çeşidi bulunduğunu o zatın hayatta olan yeğeni "Abdülkadır Ilgaz" söylüyor..
Bunu da "salname"ler yada resmi arşivler söylüyor, 1899 ya da 1900 yılında Diyarbekir'de yetişen güller artık "ticarete, sanayiye dönüşsün" için Ziraat Bakanlığı tam 100.000 adet gül fidanı gönderiyor Diyarbekir'e, fakat "imbik yok" diye istenilen sonuç alınamıyor ve 1935'de gül ile tanışan İsparta Diyarbekir'in "gül şehri" ünvanını elinden alıyor ve bugün bu güzel çiçekten elde edilen ve dünyanın gerek duyduğu "ıtriyat" ürünlerinin yüzde yetmişini kendisi üretiyor, ne denir "helal olsun İsparta'ya" demekten başka!..
Bir Diyarbekir halk türküsünün sözleri şöyle başlar: "damda puşi işlerem/kız yanağın dişlerem/seni bana verseler/saçıni gümüşlerem" bu türkü öyle uyduruk bir türkü değil, çünkü Diyarbekir "ipek"çilikte ve ipekten imal edilen "puşi"cilikte adını dünyaya duyurmuş bir şehirken bugün (bakınız Osmanlı belgelerinde Diyarbakır s. 281) "Bursa" ipekçilik" dendiğinde akla gelen şehir oluyor, ne denir: "helal olsun Bursaya" demekten başka? Komşu il "Elazığ"a da bir "helal olsun" diyelim mi, sözlerini kendileri yazıp besteledikleri "çayda çıra"yla anıldıkları için?
"Dert adamı söyletir"miş ne kadar doğru değil mi, ne kadar çok söz söyledik sözün başından şu ana kadar, söylediklerimizi belki bugün okuyanlar çıkmaz, çıksa da kaale almaz, ama "birgün" birilerinin söylediklerimize "değer" vereceklerine bu şehrin de bir "sengine" bir acem mülkünün feda edilebilecek değerde olduğuna, yüreklerde bu inancın yer tutacağına inanıyor, bunun "umut" ve beklentisi içinde olduğumuzu belirtmekle yetiniyoruz.
UNUTMA : MASKE – MESAFE VE DUA