MALATYA’YA “İLAHİ” ÖDÜLDÜR KAYSI!..

Rabbimizin biz kullarına lütfettiği nimetler “bi gayri hisap” olduğu için sayamayız,biz sadece o nimetleri tüketir ve onlardan gıda olarak yararlanırken ayrıca “gelir” elde ederiz, bazıları “gaflet” eseri olarak “tabiat” veya “toprak ana” derler, ancak tabiatın ve toprağın şuursuz olduğunu düşünmez, elde ettikleri ürünleri onların “eseri” olarak bilirler…

Oysa Allah tek yaratıcıdır ve ondan gayri “yaratan” yoktur, sözün mecrasını değiştirmeden konumuzu sürdürelim istiyoruz, sanırım “Malatya’lı Fahri Kayahan” yazımızda da bu cümleyi kullanmıştık, “bazı insanlar vardır ki yetiştikleri şehirlerle anılırlar” işte aynen onun gibi bazı meyveler ve daha başka ürünler vardır ki yetiştikleri şehirlerle anılırlar, öylesine çok misal vardırki sıralamaya kalkarsak konumuzun dışına taşarız, ancak bazı misaller vermeden de geçemeyiz, tıpkı “hurma” dendiğinde “Medine”, “Muz” dendiğinde “Anamur” “karpuz dendiğinde” Diyarbekir, “fıstık” dendiğinde Şanlıurfa ve “kaysı” dendiğinde Malatya dendiği gibi, ya da bu şehirlerin ilk akla gelen şehirler olduğu gibi, çünkü günümüzde benzer meyve ve sebzeler daha başka yerlerde de yetiştiriliyor, önce neden “kaysı ve Malatya” diyoruz, çünkü Malatya’nın kaysısında bize göre bir “asalet” var, bu asaleti tadından önce görüntüsünde görmek mümkün, çünkü “görücüye” çıkan Anadolu kızının utancını, hayasını, mahcubiyetini taşır, başını kaldırıp kendisini görmeye gelenlerin yüzüne bakamaz utanır, utanırken yanakları al ala olur, siz bu al ala olmayı bugünlerde “görücüye çıkan” Malatya kaysısının yanaklarında görebilirsiniz.

Biraz da kaysı ile ilgili hatıralarımı anlatmak isterim ki neden bu kadar kaysı üzerinde duruyorum anlaşılsın için; rahmetli eşimle Ankara’dan kara trene binerek Diyarbekir’e gelmek üzere yola çıktık, istasyonlardan birinde trenimiz durdu, pencereden baktığımda aşağıda çocukların ellerinde küçük sepetler ve içleri kaysı dolu, bu kaysılar bizim bir zamanlar “Esfel” bahçelerinde yetişen kaysılara o kadar çok benziyordu ki dayanamadım bir sepet aldım, eşimin “yıkamadan yeme” ihtarına aldırmadan ve o sepetteki kaysıların hepsini mideme indirdim, çünkü bana Diyarbekir’i hatırlatmıştı, tren yoluna devam ederken başımın ağrımaya başladığını, ateşimin yükseldiğini htim, eşim: “sana yıkamadan yeme” demedim mi,dese de kendisine “Diyarbekir sevdası böyledir işte, insana acı çektirir” demedim, trendeki görevlilerden birine durumu anlattığımda “bizde ilaç yok, istersen Malatya’da indirelim hastaneye git” dedi, Diyarbekir’e yaklaşmışken, hem sonra o zamanlar Malatya’da Kemal Deniz’i tanımıyorum ki “dostun evi benim evim olsun” başımı eşimin dizine bıraktım, o da mantosunu çıkarıp üzerime attı ve öylece inleyerek Diyarbekir’e geldik..

Yine bir hatıra; bir dost merhum “H. Hacı Hayrettin Bakır”la Çermik’e banyo yapmak için gitmiştik, kaplıcanın karşısındaki manavda “kaysılar” al beni diyordu, bu arada hatırlatayım, bizim Çermik ilçemiz sebze ve meyve yönünden çok zengindir, bir kilo kaysı aldık ki banyodan sonra yiyelim, poşet benim elimde idi, lokantaya gidip yemeğimizi yedikten sonra dostum bana: “kaysıları çıkar da yiyelim” deyince içi boş poşeti gösterdim, dostumun yüzünün o anda aldığı rengi görmeliydiniz..O fark etmeden ben tek tek çıkarıp yemiştim bir kilo kaysının tamamını..

Bugünlerde manavlarda görüntüsü çok güzel kaysılar arz-ı endam ediyor lakin ağzınıza aldığınızda o size: “Ben Malatya’lı değilim” diyor, çünkü aşinası olduğunuz tadı vermiyor, Malatya bu “ilahi” ödülün kıymetini bildi ve sahip çıktı, başkalarının kapmasına izin vermedi, hep anlatırım; İstanbul’da bir Pazar yerine adamın biri “fıstık var” deyip satış yapıyormuş, Pazar yakınındaki bir esnaf gelerek: “sen bu fıstık satışından ne kadar para kazanıyorsun?” diye sormuş, adam dese ki iki buçuk lira, o adam ben sana her gün gel beş lira fazladan vereyim sen sadece fıstık satarken “Ayıntap fıstığı” diyerek sat” böylece dillere düşmüş, Şanlıurfa’da yetiştirilen ve Gaziantep’te çok tüketilen fıstık meyvesi, 1960’lı yıllarda Siirt’te “pıttım” ağaçlarına yapılan aşı ile şimdi Siirt fıstığı da kuruyemişçilerde alıcı buluyor, bütün bu sözleri “sahiplenmek” adına söyledim, yoksa Gaziantep’le birlikte Anadolu’daki bütün şehirler “öz” ananın çocukları gibidir, hepsini sever ve hepsine de fırsat buldukça gideriz.

Maalesef demek durumundayım, Diyarbekir hariç Andolu’da gidip gördüğüm şehirler kendilerine “ilahi ödül” olarak verilen meyvelerine, sebzelerine daha başka ürün ve zenginliklerine sahip çıkmayı başarmışlardır, hem öylesine başarmışlardır ki hiç unutmam Rize’de çarşıyı gezerken dükkanların üzerinde “Şile bezi” dercesine “Rize bezinden üretilmiş giysilerin reklamı vardı, içimden benimbildiğim Rize çayı ile meşhurdur, pamuk Adana’da, Diyarbekir’de yetiştirilir ama “Diyarbekir bezi” yok, Adana bezi yok, gerçi bir zamanlar Diyarbekir’in ipeği Paris’lerde bile ısrarla arandığı halde şimdi adı sanı yok, neylersiniz ki hiçbir şehir Diyarbekir kadar göç alıp-göç vermemiştir..

Bu demek değildir ki Diyarbekir’e ilahi “ödül yok” en büyük ilahi ödüldür bugün Diyarbekir’in “Peygamberler ve Sahabeler şehri” oluşu, Diyarbekir bu manevi zenginliği hiçbir zaman “reklamını” yaparak “maddi gelir” için kullanmamıştır.

Evet kaysı Malatya’ya bir ilahi ödüldür, onu sahiplenen Malatya’lıları kıskanmıyor, sadece “gıpta” ederken kutluyorum..

Selam ve dua ile.