ÖDÜNÇ SESLERLE KONUŞMAK

Ödünç sesle konuşan bir kalabalık içindeKendi sesiyle silinmek./

Ş.Erbaş

Bu çağın önemli bir metaforu, görselin her şeyin önüne geçmesidir; kelimenin, cümlenin, sesin…
“Ödünç seslerle konuşmak” metaforu, sesin ve sözün kendimize ait olmadığı bir bedenin ve tasavvuru işaret ediyor. Kendini arama gereği bile duymadan yaşamak… Çok garip bir durum; ama bir o kadar da gerçek ve bu çağın yakasına iliştirilebilecek en önemli etiket.
“Söz” insanlığın bir birikimidir ve kelimeler konuşmanın tuşlarıdır adeta. Konuşma yeteneği ve konuşmanın bizzat kendisi, insanın medeniyet kurmasının en önemli araçları galiba. Buna birkaç önemli özelliği daha eklemek mümkün; düşünme, sanat üretebilme, felsefe, hafıza… Olsun, insan en çok konuşabilme özelliği ile biliniyor. Kendi sesi olmayan insan aslında “yok hükmündedir” ya da kenedini “yok” saymasıdır. Öyle ki giderek silikleşen bir bireyler yumağına dönüşüyor toplum…
“Ödünç seslerle konuşmak”, bireyin özne olma durumunu elinden alıyor, onu basit bir taşıyıcı, aktarıcı konumuna taşıyor. Çünkü ses, yalnızca kelimelerin üzerine işlendiği bir dizgi, araç değil; aynı zamanda sesin kendince bir rengi, kokusu, duygusu, tonu vardır ve insanın en önemli imzası sesidir. Onu kendi sesinden mahrum etmek veya kendisinin, “kendi sesinden kendini mahrum etmesi” en hafif değimle kendini özne olarak “silmesidir”...
Bir diğer mesele de sanırım herkesin saydığı, dile getirdiği, ama kendisini dışında tuttuğu “yabancılaşma”dır. “Ödünç ömürler” çağı belki de. Çağın hızı ve ağır yükü, “yetişememe telaşı” ve bir birinden kopuk “saatlerin” sarmalındaki kısır döngü öte yandan insanın başını döndürüyor. Biyolojik saat yerine şehir getirisi olan “yapay zamanın” temel takvim hâline gelmesi zaman mefhumunu adeta bir ilizyon hâline getiriyor. Saatlerimiz, başkaları tarafından kuruluyor, onların isteklerine göre ayarlanıyor ömrümüz.
İnsan, şehir denen mezarlıklarda yaşıyor. Kendini giderek her şeyden soyutlayan ve o “her şey” içinde kaybolan bir nesneye dönüşüyor. Bedensel ritmin dışında bir yaşam belirtişinin görülmediği şehirler, aynı zamanda birer “çekim merkezi.” Kalabalıkların gürül gürül aktığı, ama kimsenin “ötekiden” haberdar olmadığı bir kalabalık. Caddeler, korna sesleriyle yankılanıyor, ışıklarda bekleşen insanların umursamazlığı…
Gülüşlerini çoktandır unutun bir insan silueti ile yaşıyoruz; kendi binliğimizin inşa demiyoruz. O kadar çok müdahale eden bir toplumsal dokunun içinde yaşıyoruz bir taraftan; herkese akıl veren, yol gösteren, yanlış, doğru işaretleyen…
Bir şarkıdan yola çıkmak gerekir belki de bir şarkıda beklemek gerekir. Ama kendi sesimizin de olduğu bir şarkı…