Şu mesele var ya! Şu mesele!

Bazı şehirler vardır yaşadığınızı hissedersiniz. Sokakları, cegetleri, binaları, insan yaşamına benzer. Yaşanmışlığını adeta yaşarsınız. Siz de onunla birlikte var olduğunuzu hisseder, her adımınızda kokusunu ciğerlerinize doldura doldura dolaşırsınız. Bu dünyadan göçtüğünüzde, çocuklarınıza, torunlarınıza bıraktığınız öyküleriniz gibi yaşarsınız.

Şehirler, yaşam alanlarının biriktirdiği öykülerini birlikte geleceğe taşırlar. İnsan yaşamına benzer dediğim tam da budur. İzlerini peşlerinden sürükler, yaşar ve taşırlar. İnsanlar, kendi yaşamları gibi, ya yamru yumru hale getirip, her kötülüğü hem fizik yapısına, dokusuna, hem de vicdan ve ahlakına, adaletsizliğine işlerler. Bu kötücülüğü kendi bedenlerine işleseler neyse, hadi der, geçersiniz. Bunu şehrinin yaşam alanlarını bozup dumura uğratanlara ne ad ne sıfat takacaksınız. Bu nedenle yaşamımız, yaşam alanlarımız bize ait değildir. İster ‘’doğal tarihimiz’’, ister atalarımızın geçmişten günümüze taşınan tarihlerimiz olsun, bizlere taşınıp bırakılan mirastır. Har vurup harman edelim diye değil. Onlar, çocuklarına bırakılan değerli varlıklar ve zenginliklerdir.

Onları gözümüz gibi kollayıp gözetmemiz gerektiğini asla unutmadan.

Milattan Önce 8 bine tarihlenen Cafer Höyüğü yaşamı ile Milattan önce 5000 ve 4000 bine tarihlenen Orduzu Aslantepe, geçmişlerini peşlerinden sürükleyerek bugüne taşımışlardır. Tarihe tanıklık eden geçmişlerini bugüne taşıyan o kadar çok kadim yerlerimiz vardır ki, hangi birinden söz etsem diyorum. Bu toprağın derinliklerine kazmayı vursam, her dinden, her, her dilden, her kimlikten seslenen binlerce yılların hemşerilerimin seslerini duyar gibi oluyorum. Ne dersiniz, yalnızca bunlardan mı söz etsem diyorum.

Sonra bu yığınla birikmiş yığınların yaşanmışlığını kendi kaderleri ile kısa bir zaman dilimi için de geriye bırakıp, kendimin yaşadığı minnacık öykülerimin dalları arasında, kısa bir gezinti mi yapsam diyorum.

Yoksa buraya mı dönsem diyorum.

Sokaklarında taş arabalarının tıkırtıları ile uyandığım, birazdan geçecek sığırcının peşine takılması için, komşuların ahırlarından saldığı ineklerin böğürmelerinin, mahallemizdeki Malatya’mın tek simitçisi Sait Ustanın fırınından aldıkları simitlerini, kafalarındaki bezin üzerine yerleştirdikleri tepsiye dizdikleri onlarca simidi bitirip, sabah okula gidecek şehrimin yoksul çocuklarının o günkü seslerini n, kulaklarımdaki sedalarını mı dillendirsem diyorum.

Ya da akşamüzeri, faytoncunun çıngırak seslerini, sarhoşların Çavuşoğlu Mahallesindeki geneleve gitmek için bizim İsmetiye Mahallemizden geçmek zorunda olduklarını ve giderken, bağırdıkları şarkı ve türkülerle mahalle sakinlerini rahatsız etmemek ve faytonundan atılan naraları kesmek için, faytoncunun sürekli ayağını bastığı zillerinin seslerinin kulağımda halen bıraktığı yankılardan mı söz etsem diyorum. Sarhoşların kahrını, bir ekmek parası için, faytoncunun bunlara her gün nasıl katlandıklarından mı söz etsem diyorum. Bir ellerinde ki kamçılarını, atlarının sırtını okşar gibi salladıklarını mı anlatsam diyorum. Diğer ellerinde tuttukları atların yuları ile atlarına yön vermelerinden mi söz etsem diyorum. Ayakları altındaki zillerle bir yandan sarhoşların naralarını susturmaya çalışırken, diğer yandan sokak da oynayan biz çocukların, faytonun altında kalmamsı için atlarının gemlerine nasıl asıldıklarını mı anlatsam diyorum. Bu hengâma da, akşam karanlığının çökmesine rağmen, sokak da oynamaya doyamadığımızdan ve eve gitmemek için analarımızın ‘oğlum geç oldu eve gel artık, yoksa birazdan baban gelecek, bak ona söylerim’ demelerine aldırmadan, faytonların arkasına asılıp, faytoncunun bunu fark edip de arkaya doğru kamçısını salladığında, bağrımızda kamçının şakırdamasından mı söz etsem. Her akşam bu keyifli mahalle havasını, bu gün torunlarımızın yaşayamamasının nasıl bir kültür kaybımız olduğundan mı söz etsem diyorum. Bizim sokaklarımızda güle oynaya arkadaşlarımızla koşuşturup, mutlu bir çocukluğu yaşadığımız günlerden mi, bir de bugüne bakıp, o günkü çağların torunlarının, bu gün nasıl psikologların kapısında sıraya girmelerinden duyduğum üzüntü ve öfkemden mi söz etsem diyorum.

1950’nin çocukları gençleri, bugün oğul verdi, kız verdi. Dede oldular derken, gel gör ki, o dedenin çocuklarının çocukları da oğul verdi, kız verdi. Olan oldu. O çocukların çocukları ne bu kentin sesi, ne soluğu oldu. Kimi yabana, el oldu. Kimi göçer. Kimi sahip aradı. Çığırtkanlar çoğalıp, şehri kuşatınca, kimileri de sessizce çekildi köşelerine.

Buna mı yansam, şuna mı yansam dostlar, söylemisiniz hangisine yanayım.

Nazım babanın dediği gibi, ‘Ben yanmasam sen yanmasan, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa’ mı desem.

Yoksa bunları da söylemeden, vaaz vermekten vaz geçip, senin de vaktin geldi Asım Demirkök dede! Yeter artık söylediklerin, deyip, bir köşeye çekilmeliyim mi desem, kendi kendime.

Ne dersiniz sevgili dostlarım, hemşerilerim, ne dersiniz?

Şu mesele var ya! Şu mesele! Ondan mı söz etsem? Diyorum.