Bu toprakların havasını soludum. Kana kana derelerinden akan suyunu avuçlayarak içtim. Avuçlayarak suyunu içtiğim, Derme Deresinin, Horata Çayının içinde çimmeyi öğrendim.

Yıllarca sokaklarında ceketlerinde yürüdüm. Caddelerinin kaldırımlarında omuz omuza dolaştım hemşerilerimle. Çoğuyla günün herhangi bir saatinde sarılarak, nasılsın gardaş diyerek, sarmaş dolaş Olduk, öpüştük. Öpüşmeye koklaşmaya devam ediyoruz. Hal hatır ettik birbirimizle, hal hatır etmeye devam ediyoruz. O nedenle yerelimi çok seviyorum. Dünyevi olmayı elden bırakmadan, Dünyaya, evrensele bakmaya devam ederken, yerelimizi ve yerelliğimi hep bağrıma basmaya çabalıyorum.

Oysa epeyi oldu yereli yerelliğinden kopararak göçe teslim ettik. Yalnız biz mi? Sanki ‘küresel dünya’ köye dönüşmedi mi? Dönüşmesine dönüştü ama köyün o eski sıcaklığını, hal hatırını, komşuluğunu yaban ellere teslim ettik.

Önceleri aramıza girmeye çalışmadı değiller. Girmeye çalıştılar ama bu kadar malumatları ‘enformasyonları’ güçlü değildi. Her tarafımızı bugünkü gibi sarıp sarmalamamışlardı. 1948-1949 yıllarında on on-bir yaşlarında iken, şimdiki Çınarlı Caminin karşısındaki Pamuk Hanın alt köşesinde adı Şark sineması olan bir sinemamız vardı. Evimize yedi- sekiz yüz metre uzaklıkta idi. Bu sinemaya 25 kuruş verip bir bilet aldığımızda üç, bazen de dört film izlediğimiz günler olurdu. Cumartesi Pazar günleri tıklım tıklım dolar, ara merdivenlerde dahi yer bulunmadığımız, ara merdiven basamaklarına oturarak filmleri izlediğimiz çok günlerimiz olmuştu.

Bu sinema nasıl dolup taşmasın ki! O yıllarda koca İsmetiye mahallemizin bir kaç evinde radyo, iki günde bir İstanbul’dan gelen ulusak gazetelerin de evlere girdiği parmakla gösterilirdi. Ülkemizde ve dünyada olup biten malumatları çoğunlukla radyosu olan komşularımızın radyolarından dinledikleri TRT haberlerinden alırdık. Ya da iki günde bir gelen ulusal yayın yapan gazetelerin aktardıklarından.

O günler de biz çocuklar için önemli olduğu kadar büyüklerimiz için de, sinema görselliğimizdeki tek önemli etkinliğimizdi. Biz çocuklar ve büyüklerimiz olduğu kadar, o günün yetkilileri de sinema denen bu görsel etkinliğin bize neler getirip neler götürdüğünün öneminin belki farkında idiler ama farkında değil gibi gözüküyorlardı.

O günlerde Sovyet’lerin başını çektiği kominizim tehlikesi dünyada korkular yaratmış, buna karşı Amerika’nın başını çektiği kapitalist batı bloğu ise, sosyalist sistemin dışında kalan ülkelere karşın her türlü önlemi almaya başvuruyordu. Koyu, kop koyu bir ideolojik kapışma her boyutta kendine zemin yaratmaya çalışıyordu. Ve ülkeler üzerinde yoğun bir propaganda savaşı yürütülüyordu. Elbette bizim ülkemizde tarafların yanlarına çekmeye çalıştığı başat ülkelerden biriydi.

Televizyonların, internetin olmadığı bir dünyada, enformasyonun (iletişimin) görsellik anlamında en önemli propaganda aracı elbette sinemada gösterime sunulan filimler üzerinden yürütülüyordu.

Belki de yetkililerimiz farkında idi. Ancak; o günün koşullarında dünyada oluşan yeni siyasetin baş aktörü Amerika’nın ve ülkelerin yanında yer alınması için bu filmlere geçit veriliyordu. Dünyanın şekillenmesinde yer alacak ülkelerin ve halklarının düşünce dünyalarının alt yapısı oluşturulmak için de, bu filmlere yol veriyorlar, ya da yol açıyorlardı.

O günlerde sinema işletenleri bu filmleri niye böyle ucuza oynatıyorlardı? Sinemalarda oynan filmlerin neden yüz de doksanı Amerikan filmleri idi? Oynatılan bu filmlerin yüzde doksanı Amerika filmleri olduğu kadar neden bu filmlerin yine o günlerde yüzde doksanının, Amerika’daki beyazlarla yerli savaşları konularını kapsıyordu? Ve bizler, başrol verilen Beyaz Amerikalı artistlerini hep alkışlıyorduk? Veya bize alkışlattıran filimler yapıyorlardı? Bu gibi daha akıllara şimdi gelen ama o yıllarda aklımıza bu soruları yöneltecek sorular gelmiyordu? Ya da o soruları soranlar, kitap yazanlar o yıllarda niye damlara (hapishanelere) atılıyordu?

Ve bu savaşlarda hep ‘artist’ tarafını niye beyazlar temsil ediyor da yerliler etmiyordu? Nasıl oluyordu da bu savaşları hep beyazlar kazanıyordu? Peki, bu Amerika beyaz- savaşlarında beyazların arazilerine el koydukları yerliler hep kaybeden taraf oluyorlardı? Ve arazilerini topraklarını savunan bu yerli, yerel halkları savunacağımıza, artist tarafını oynayan beyazları, beyaz Amerikalıları neden alkışlıyorduk ve savunuyorduk?

Hala günümüzde açık açık Ortadoğu’daki savaşların müsebbibi ve başrol oyuncularını ve onların bu kültürler üzerinde, sinema veya diğer kültürel etkinlikleri ile yapıp ettiklerini hala görmeyecek-miyiz?

Yukarıda sormaya çalıştığım soruların yanıtını içinde barındıran bu soruları ve bu sorunun temel yanıtını arayan, 1970’li yıllarda ülkesi ‘’Yeni Gine’nin’’ bağımsızlık mücadelesini veren yerli halktan ‘’YALİ’’ isimli bir gencin ağzından öğrenelim.

Yarın ki köşe yazımda Yeni Gineli YALİ’nin sorularının ve soruların peşine düşmeye devam edeceğim.