Cehennemî bir sıcaklığın kavurduğu kum deryasında, yeşilin ve suyun gözlerdeki yanılsaması kadar sahte ve bir o kadar ulaşılası güzellikte tatlı bir seraptır dünya.

Zengini yoksulu, güçlüsü zayıfı, siyahı beyazıyla insanoğlu onun dayanılmaz cazibesine doğru şuursuzca koşar durur ta Âdem Ata’dan beri. Hiç ölmeyecekmiş, ölümü öldürecekmiş gibi hadsiz ve hesapsız bir fütursuzlukla. Üstelik ölüm, her köşe başında kendisini beklerken!..
Varlığa sevinmelerimiz, yokluğa yerinmelerimiz nedendir? Sağlığımız, ailemiz, işimiz, variyetimiz sanki bize ödenmesi gereken borçlarmış gibi şükürden mahrum yaşar, en küçük kayıpta kahreder, lanet okur, karaları bağlarız.
Hâlbuki Yüce Allah(cc) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuyor mu: “Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme yolu ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere lütuf ve keremimi müjdele! (Bakara Suresi-155)"
Hiç istisnasız, her birimiz bu ayetin muhatabıyız. Allah(cc), dünya nimetlerini insanların emrine amade kıldığını ancak zaman zaman bunlardan mahrum bırakarak kullarını imtihana tâbi tutacağını beyan ediyor dikkat edilirse.
Verdiği harçlığı nereye harcadığını çocuğuna sorarken her ayrıntıyı didikleyen kimsenin, cömertçe verdiği nimetler karşısında kulunun şımarıp şımarmayacağını deneyen Yüce Mevlâ’mızı anlaması zor olmamalı değil mi?
Yaşadığımız her şeyin sebeplere bağlı olduğu muhakkak ama sebeplerin kendi kendine ortaya çıkmayacağını anlamak, akılla mücehhez insan için bir mes'uliyettir. Çalıştık, başardık ama gücümüzü, kuvvetimizi veren Allah(cc)’tır... Kazandık, sahip olduk ama bunları lütfeden Allah(cc)’tır... Keramet bizde değildir yani!.. Biz, İlahi İrade'nin tecellisine tercihlerimizle vesile oluruz; hepsi bu.
Dünyanın dayanılmaz cazibesinin bizleri bir ahtapot misali sarmaladığını görmek gerekir. Son derece yumuşak olan bu ölümcül kollara kendimizi bırakmamız, hazin sonumuzu hızlandırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır.
Akıl gibi muhteşem bir donanımı olduğu halde aklını bir kenara bırakıp hırslarına tabi olarak kendini mahvetmek, kendi sonunu hazırlamak sanırım sadece insana mahsustur.
Oysa başına gelen olumsuzluklardan dolayı bir labirente düşmüş gibi bocalayan insana dört çıkış kapısı açmıştır Rahman(cc): Sabır, Şükür, Dua ve Tevekkül.
Güya herkes bilir bu erdemleri!.. Yahut bildiğini zanneder. Hatta bunların tamamının kendisinde mevcut olduğunu iddia eder.
Fakat maharet bilmek midir? Nerede, ne zaman kullanacağını idrak edebilmek midir?
Gelin, isterseniz bunların cevabını İbrahim Ethem Hazretleri’nin şu ibretlik sözlerinde arayalım:
Yaya olarak hacca gidiyorken, bineği üzerinde ilerleyen bir adama rastlar İbrahim Ethem Hazretleri. Adam sorar:
-Nereye gidiyorsun?
-Kâbe’ye...
-Böyle binitsiz, yaya gidilir mi?
-Ben yaya değilim. Senin göremediğin bazı bineklerim var benim. Bir sıkıntıya uğradığımda sabır adlı bineğime binerim. Bir nimete ulaştığımda şükür adlı bineğim var, ona binerim. Kaza veya belâ beni bulduğunda dua adlı bineğime, başladığım bir işin sonunda da tevekkül adlı bineğime binerim.
Hiç ummadığı bu cevaplar karşısında şaşkına dönen adam mahcubiyet ve hayranlıkla:
-Kusura bakma, bilemedim. Meğer yaya olan benmişim; sen değil, der.
Yıllar sonrasına dair planlar yapılırken, ölüm mutlak son olduğu halde dünyanın sahte yüzüne serenatlar dizilirken, hani şöyle arada bir de olsa sormak lazım kendimize;
Atlı mıyız yoksa yaya mı?
Sağlık ve esenlik temennilerimle…