Bazı zamanlar şöyle düşündüğüm olur da, sonradan vazgeçerim bu düşüncemden: “keşke, bu şehir hiç büyümese idi de biz hep sur içinde kalsaydık” düşüncesidir sonradan vazgeçtiğim isteğim, çünkü eşyanın tabiatına aykırıdır büyümeyi istememek, bizler nasıl ki yaşlanarak büyüdü isek şehirler de öyledir, bizler nasıl aynı kiloda ve aynı görünüşte kalmadı isek, şehirlerde öyledir, aynı nüfus sayısında kalmıyor, aynı görüntüyü koruyamıyor.

Aslında söze hemen Ulu cami diyerek başlamalı idim, sözün akışı insan ve şehir ilişkisine kaydı, benzerlikleri hatırlandı, bir benzerlik de şöyledir insan ve şehir hakkında, insan gıda rejimini düzenleyemez, kilo alıp “obez” leşirken şehirlerde aynen onun gibi büyür ve obezleşir, denebilir ki Diyarbakır bugün bir “obez” şehirdir.

Bu durumunu trafiğinde, caddelerinde, yapılanmalarında rahatlıkla görebilirsiniz, dedikten sonra konuya dönebiliriz, sur içi, yani Diyarbekir son yıllarda çok “değişiklikler” gördü, deyim yerinde ise bir yapılanma geçiriyor, yine deyim yerinde ise bu yapılanmalarla birlikte “kılık” değiştiriyor.

Geçmişte beş vakitte uğrak yerimiz olan Ulu Camide nicedir bir vakit namazı kılamamıştım, hem öğle namazını kılmak, hem de sözünü ettiğim operasyonun hangi aşamada olduğunu öğrenmek saikasıyla dört yoldan bu tarihi mabede doğru yürürken ya ben birilerine çarptım, ya da birileri bana çarptı, bol bol “pardon” sözcüğü kullanıldı bu arada.

Gönlümden şöyle bir istek geçti, bir zamanların “kutsal” bir mekanı olan ve İslam’ın Anadolu’daki ilk “sahabe” Valisi “Sultan Sa’saa (r.a.)” hazretlerinin de türbesinin bulunduğu mekanın önünde durup bu zatın ruhuna bir “Fatiha” okumak isteği, ama beceremedim çünkü bir çok uğraşlar verildikten sonra “ben yaptım oldu” zihniyetiyle yapılmış olan ve o zatın adını taşıyan sözüm ona mescidin ön kısmı seyyar satıcılarla tamamen kapanmıştı, böylece hem kaldırım daraltılmış, hem de o mescit görünmez olmuştu.

Ulu caminin önündeki meydanlık ise sanki bir değişiklik yapılmamış gibi geldi bana, sadece zemine döşenen malzeme ile görüntüsü değiştirilmiş, koca mabet gömüldüğü çukurdan kurtarılmamış, orada dinlenmek isteyenler için daha çok oturma imkanı sağlanmış hepsi bu kadar, “sipahi” çarşısının girişinde bu ulu mabede sanırım ayrı bir giriş yolu açılmış, ama pet şişeler ve çöplerle doldurulmuş bu yerin kapısının üzerindeki koca asma kilit sanki “girilemez” diyordu.

Bayanlar için büyük ihtiyaç duyulan “WC” mabedin dışında yapılmış ama girişi içerdeki hücrelerden birinden verilmiş, güzele güzel dememek güzele hakaret olur, güzel düşünülmüş ve gereği yapılmış bu düşüncenin, bir zamanlar gittiğim Ankara, İstanbul, Antalya, Konya gibi büyük şehirlerde çok görmüşlüğüm var “WC” lerin: girişlerindeki şu sözleri: “Temizliği belediyemiz tarafından yapılmaktadır ÜCRETSİZDİR

Caminin avlusundaki tarihi güneş saati çok ilgi çekiyor, nedense kimse bilmiyor bu saatin “Artuklular” döneminde ünlü İslam alimi “El Ceziri” tarafından yapıldığını, demek ki bilinsin istenmemiş gibi garip bir his doğuyor insanın içinde, namaz kılmak için “Hanefiler” bölümüne girdiğimde, daha ziyade hastanelere girerken dilimden düşürmediğim şu sözü söyledim: “Allah devlete ve millete zeval vermesin” akabinde geçmiş yıllardaki “Cami-i Kebir” geldi gözlerimin önüne..