Bu söyleşideki kastımız bu kadim kentin bugünü değil dün'üdür, şimdiye kadar anlattıklarımız ve bundan sonra anlatacaklarımızda zaten dün'dür, bazen yaşadığınız hayatta bir şeyler olsun istersiniz, olması içinde gayret gösterirsiniz, o şey eğer sizin gayretinizle vücut bulacaksa bunun için daha çok gayret gösterirsiniz.
Bu isteğiniz sizin gücünüzün dışında ise o zaman isteğinizi elinde imkan olanlar duysun için "sebep"lere baş vurursunuz, yeri gelir isteğinizi sözle dile getirirsiniz, yeri gelir yazarsınız, yeri gelir "dua" edersiniz, çünkü çok istiyorsunuz o şeyin olmasını.
Bu isteğiniz size "has" değil, şöyle bir söz vardır "kamu yararı" ve siz bu niyetle yola çıkarak "önemli" gördüğünüz bu isteğinizin hemen, hemen olmasa da yakın zaman içinde gerçekleşmesini beklersiniz, zira ömür kısa, istek büyük ve önemlidir.
Diyarbekir'lişair "Cahit Sıtkı Tarancı"nın "otuzbeş yaş" şiirindeki "geç anladım taşın sert olduğunu"mısraını her zaman kullanırım, har vurup harman savurduğum "günah" yüklü gençliğimi göz önüne getirdiğimde hatırlarım bu mısraı.
İçinde doğup büyüdüğüm Diyarbekirşehrini ve onun özellikle "sur içini" konu edindiğim zamanlarda da bu mısraı hatırlarım, şunu demek isterim bu mısraı hatırlamakla bu kadim kent, 33 medeniyeti bağrında yaşatmışşehri, bu gül şehrini, bu sevgi şehrini şimdiye kadar niye anlamadık, niye anlatmadık.
Haydi biz "geç anladık taşın sert olduğunu" ya bizden öncekiler niye "ketum" davrandılar, niye sahiplenmediler, niye çekip gittiler buralardan, niye, niye, niye?..
Biz "taşın sert olduğunu" anladığımız andan itibaren deyim yerinde ise "feryat"lara başladık, hemen her yerde ve hemen her zamanda "sesimizi duyun" istedik, gazetelerde "köşe"lerden seslendik, radyolarda "mikrofon"lardan duyurmak istedik sesimizi.
Yazdıklarımızı, söylediklerimizi topladık "bibi'ninDiyarbekir feryadı" diyerek "kitap"lar oluştururken yukarıda sözünü ettiğimiz o "sebepler"i kullandık, gün oldu umutlandık, gün oldu yeise kapıldık, gün oldu göz yaşlarımız pınar oldu ve fakat o isteğimiz yüreğimizdeki yerini hep korudu, şimdi sorulacaktır acaba neydi o isteğimiz?
İsteğimiz Diyarbekir'di, "sur içi" idi isteğimiz, buradaki tarih, kültür kaybolmasındı isteğimiz, yıkılan, yok olan geri gelmez, bari elde kalanları korunsun, geçmişten bize "miras" kalan bu kadim şehri kendilerine teslim edeceğimiz gelecek nesillere bırakırken minnetle ve hayırla yad edilmekti isteğimiz.
Şunu gördük seksenini henüz aşmış ömrümüzün içinde, nasıl insanlar alınlarına yazılanı görmedikçe ölmüyorlar, şehirlerde aynen insanlar gibi kendilerini bekleyen akıbetlerinin ne olduğunu bilemediklerinden yıkılmamak, yakılmamak için "korunmak" istiyor, sahiplenilmek istiyorlar.
insanın kendi kendini koruması bir yere kadar mümkün olabiliyor, fakat şehirlerin varlıklarını sürdürebilmek için, tarih ve kültürlerinin yaşatılması gerekiyor ki bizim yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız isteğimiz budur.
Ne dedik gün oldu umutlandık, gün oldu "yeis"e kapıldık, kitaplarımızşu ana kadar okuduklarınızın dışındaki bütün söyleşileriyle "umutlandığımız" günlerin yazdırdıklarıyla oluştu.
Gün geldi Diyarbekir "sur içi" binlerce yıllık geçmişinin içinde görmediği günleri gördü, küçelerine "hendek"ler kazıldı, mermiler değil, "top"lar, "bomba"lar patladı, içinde yaşayan insanlar evlerini, barklarını "göç" ederek terörden "nasibini" ziyadesiyle alırken, üzerine titremeye mecbur olduğumuz "kutsal yapıları" ya yakıldı, ya ağır darbeler aldı.
Dört ayaklı minarenin ayakları altında onun korunmasını isteyen bir kişi "Tahir Elçi" kendi canını koruyamadı, "kurşunlu Cami" ise yangın sonrası sadece dört duvar ve bir kubbeden ibaret kaldı, iç mekanını "alevler" sararken izledik televizyonlardan ve biz bunları izlerken yüreğimizi Diyarbekir surları gibi sarıp çevreleyen "yeis"imiz katmerleşti.
Şöyle düşündük, şehirlerde insan gibidir dedik ya, nasıl ki insanlarda yaralanır, hastalanır ve tedavi görerek hayatını sürdürürse, şehirlerde böylesi durumlarda "tedavi" görebilirler, gerçi unutulmayacak "acı hatıra"ları geride kalır ama yaşananlardan ibret alınsın da "tarih bir daha tekerrür" etmesin.
+ + + + +
Şair "Nedim" bir beytinde şöyle diyor: "Bu Şehr-i Stanbul ki bi-mislübehadır/Sengine yek pare Acem mülkü fedadır" İstanbul sevdasıyla ve de vatan sevgisiyle söylenmiş bu şiirde İstanbul şehrinin bir sengine yani bir "taş"ına koca acem mülkü feda edilebiliyor, acaba o taş nasıl bir taştır ki şairin nazarında böylesine değer ve kıymet kazanmıştır?
Şair bu sözleri "mısra"laştırdığı zamanlarda İstanbul'da "ikiz kule"ler yoktu, modern "AVM'ler", "site şehirler" "asma köprü"ler, "marmaray"lar, "uluslararası hava alanları" "metro"lar, metrobüsler, akıllı otobüs durakları, "kanal İstanbul"lar projelendirilmemişti, hızlı trenler ve daha bir çok modern yapılanmalar akılların kenarından bile geçmiyordu.
Yani maddi bir zenginlik söz konusu değildi İstanbul'da, peki öyleyse ne vardı ki İstanbul'da, bir taşına bir acem mülkü feda edilebiliyordu?
Denizini ve onun getirisi olan (tabii) güzelliği bir tarafa bırakırsak sorunun cevabını şöyle verebiliriz:
İstanbul'da "Mimar Sinan" ve daha başka usta mimarların eliyle yapılmış camiler Sultanahmet, Fatih, Mihrimah Sultan misali mabetler vardı, hanlar, hamamlar, anıtlar vardı, çoğu yıkılmış olsa bile surlar vardı, tarih ötesinden gelen "ayasofya" vardı,
Semt olarak Üsküdar, Eyüp, Kadıköy misali tarihi yerleşim alanları, kısaca "manevi" zenginlik ve "canlı tarih" vardı ve bütün bu var'ları düşünüyordu şair "İstanbul şehrini mülk-i baha" olarak değerlendirip "her sengine bir acem mülkini feda etmek" için.
Aslındaşair, adını misal olarak andığımız bazı semtleri ve bu tarihi yapıları oluşturan taşları belki kast ediyordu ama, esas İstanbul'a "manevi" zenginlik kazandıran "Sahabe-i Kiram"dan "EbaEyyübü'l-Ensari (r.a.) hazretlerini ve onun gibi diğer Sahabe-i Kiramı, Allah ve Peygamber dostları "evliya"ların "medfun" bulunduğu türbeler yani "manevi zenginliği" kast ediyordu.
Diyarbekir’deAyasofya kadar, hatta ondan daha eski bir tarihe ve manevi değere sahip "Ulu Camii" sur içindedir, son zamanlarda Anadolu'da "sahabe harita"sını çıkaranlar gördüler ki hiç bir şehirde "yirmi altı tane Sahabe-i Kiram'ın (r.a.) mübarek makberi bir arada bulunmamaktadır" denilir ki;
"Mimar Sinan" daha İstanbul'da ün'lenmemişken ilk eserlerini Diyarbekir'de inşa etmiştir ki bunların başında gelir "Behram Paşa, Ali Paşa, İskender Paşa, Bıyıklı Mehmet Paşa (Kurşunlu Cami) ve Melek Ahmet Paşa" mabetleri, bu saydıklarımızın tamamı olmasa bile önemli bir kısmında o büyük ustanın "çıraklık" dönemi imzasının olduğu söylenir.
Okurlarımız bu konularda daha çok bilgi edinmek istiyorlarsa bizim “ben küçemi özledim” kitabımıza bakabilirler, biz bugünlük bu kadar diyoruz.
Berhudar olasınız, ömrünüze bereket sevgili okurlarım.