İnsan önce zamana yenilir, sonra kendisine, sonra “an” ın büyüsü içinde kaybolup gider. Heybesine aldığı hatıralarla konuşmaya başlar, eski’nin buğulu aynalarında siluetini arar, durur. Gülümsemeler kederin kıyısına vurur, keder daha dingin bir denize akar.
Geçmiş, “geçmez” aslında. Bir yerlerde, hafızamızda asılı kalır. Sıklıkla günümüze damlar ve bizi bizden alıkoyar. Gülümsemelerimizi kanatır, avuçlarımızda terler, gözlerimize bir bulut çizer. Arkası yağmur, arkası kederli bir ezgi, arkası hüzün makamı, arkası belki de dudaklarımıza konan birkaç dize…
Öyle ya…
“Yorgun ezgiler gezinir ufkumda,
Zaman akort eder her şeyi; kederi, sevinci ve aşksız kalan hatıraları
Kehribar bir tespihe dizilir sabır; erken ve bir o kadar masum
Hayatla aramızda bir kayık sallanır durur, sallanır durur…
Bir resim dokur gökyüzü, kendimizi çizeriz, sözlerimizi çivileriz zaman denen atlasa.
Haydi, ufkumuza gidelim, haydi açalım o yalnızlıklar bohçasını,
Hangi gelin anlatır bizi, hangi ezgi yolumuza yürür?...”
Yaralar da geçmez, acılar da. Ama arabesk bir iklimin kucağında değil, acının kendini tedavi ettiği bir zamanın gülümsemelerinde belki. “İflah olmaz bir iyimser ”den, bir tutkudan bazen esrik sözler dökülebilir. Bir “İncir Ağacı” nın dallarına bağlarız en revan atları, uslanmaz kısrakları… Dileklerimizi sonra, gülüşlerimizi ve hüzünlerimizi bağlarız.
Belki zamanı harmanlamak gerekir, sesleri ve sözleri zamana yaymak gerekir. Toplarsanız mevsimleri, bir yıldan fazlasını bulursunuz. Aşk, mevsimlere bölünür sonra; yağmurlar, bulutlar, rüzgârlar söyler bize bizi. Kırılsa da dize, yarım uyak bizi söylesin diye duruyoruz. Olsun, zamana yenilsek de hüznün yarım kalmış duvağına takılan o çiçek bizim bahçeden olsun.