Türkiye’de turizm, Avrupa’ya göre geç başladı. 20.yüzyılın sonlarına doğru turizmin farkına ancak varılabildi. Bu nedenle üç tarafı denizlerle çevirili ülkemiz, uzun süre turizmden yeterince nasibini alamadı.
Turizm; toplumun belli bir kesimine hitap eden bir kavramdı bir zamanlar. Ancak 1990’lardan sonra turizm sektörü önemli bir gelişme gösterdi. 2000’li yıllarda da zirve yaptı. Özellikle kentleşme ve sosyal yaşamın çeşitlenmesi ile birlikte tatilin bir lüks değil bir ihtiyaç olduğu toplum tarafından fark edildi. Sektör çeşitlendi ve her kesime hitap eden turizm destinasyonları oluştu. Toplumun farklı katmanları kendi gelirlerine uygun tatil beldelerine akın ettiler. Sektör büyüdükçe büyüdü. Turizm deniz ile sınırlı kalmadı, ülkenin her alanına yayıldı. Peribacalarından tutunda, yaylalara, antik kentlere ve seyir teraslarına kadar uzandı.
Son yıllarda bu gelişmelerden herkes gibi bizlerde nasibimizi aldık. Bu yaz; Kuşadası’nın serin sularını geride bırakıp uzun sayılabilecek bir Türkiye seyahatine çıktık. Selçuk-Efes antik kentini ziyaret edip, Selçuk’taki ünlü Şirince köyü ile ilgili “merakımızı” giderdik.
Manisa’dan çıkıp İstanbul yoluna yönelince geniş bir alana yayılan üzüm bağları sizi karşılıyor. Kırkağaç’tan geçerken kilometreler boyunca kurulan kavun tezgâhları yolun kenarını sarıya süslüyor. Arabayı sağa çekip aldığınız kavunun her 500 metrede fiyatının değişmesi Latin Amerika ülkelerinin borsalarını anımsatıyor insana. Buradaki fiyat dengesizliğinin nedenini öğrenemeyip Bursa’ya vardığınızda farklı bir coğrafya sizi karşılıyor. Ünlü Osmangazi köprüsünden geçip İstanbul’un kalabalığına bir temmuz ayının son günlerinde karışmanın sınavını verirken(!), geride bıraktığınız kentlerden daha farklı bir yerde olduğunuzu hemen hissediyorsunuz.
Bu şehirde yaşamanın avantajlarını ve dezavantajlarını kendinizce sorguluyorsunuz. Bir taraftan maksimum imkânlar, şehrin güzel doğası, diğer taraftan şehrin yorucu atmosferi içerisinde kendinizi konumlandırmaya çalışıyorsunuz. Sıcaklara nem kütlesi eklenince şehrin sokaklarında yorgunluğunuz kat kat artıyor.
Bu şehirde herkesin bir acelesi vardır. Ama herkesin birbirine saygısı da vardır. Araba kullanırken ya da yürürken… Ayrıca bu şehir her zaman herkese kucağını aşmıştır. Gün olmuş İspanya Yahudilerine, gün olmuş Nazi zulmünden kaçanlara, gün olmuş Rumelilere, gün olmuş Kafkaslara, gün olmuş Suriyelilere…
Anadolu’da insanların başı sıkışınca İstanbul’a göç hep umut olmuştur. Tası tarağı alan nefesi “İstanbul’un o büyük dünyasında” almıştır. Hep umut, hep heyecan, hep farklı olmuştur insanlar için bu kent. Bu yazının Amacı İstanbul’un güzelliklerinden, kadirşinaslığından bahsetmek değildir. Ayrıca bir yazıya sığmayacak kadar da büyüktür.
İstanbul’dan çıkıp Batı Karadeniz’in güzelliğine kendinizi teslim ettiğinizde ülkenin farklı bir coğrafyasında olmanın mutluluğunu yaşıyorsunuz. Bolu’dan Kastamonu’ya doğru yol alırken silik bir Batı Karadeniz kenti ile karşılaşacağınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Orada saklı güzel bir kent bekliyor insanı. Tertemiz sokakları, yemyeşil eşsiz doğası, serin yaz iklimiyle büyülüyor insanı. Şehrin ortasında akan suyun verdiği huzur ve damağınızda eşsiz bir tat yolculuğuna çıkaran ünlü helvası, sizi Anadolu’nun o saklı ve büyülü atmosferiyle buluşturuyor.
Ertesi gün bir ağustos ayının zindeliğiyle(!) Sinop’a doğru yol alırken dünyaca ünlü Taşköprü sarımsağının vatanından geçme mutluluğunu yaşıyorsunuz. Sinop’a sizi götüren virajlı yolun yeşil doğasında seyahat ederken çam ormanlarının kokusunu içinize çekiyorsunuz ve Sinop’a vardığınızda hayatın yavaşladığını gözlemliyorsunuz. Girişte elinde feneri ve köpeğiyle sizi karşılayan Filozof Diyojen’e bir selam vermeyi ve onun kaidesinin altındaki bilgileri okuyup “Gölge etme başka ihsan istemem” sözüne saygı duyup oradan ayrılıyorsunuz. Tarihi Sinop cezaevine ziyaret ettiğinizde Türkiye’nin geçmişine şöyle takılıp kalıp Sabahattin Ali’nin hapishanede yatarken yazdığı “Aldırma gönül aldırma” şiirinin mısralarında gezinirken anlık bir mahkûmiyet yaşıyorsunuz.
Buradan çıkıp Sinop burnuna vardığınızda denizle kısa bir dertleşme, doğayla “buluşmak budur” düşüncesi sarmalıyor ruhunuzu. Samsun’a doğru ilerlerken “Yavaşlayın Gerze’desiniz” ilginç sloganıyla karşılaşıyorsunuz. Sahil yolundan seyrederken Karadeniz’in çılgın dalgalarının ritmine tanık oluyorsunuz. Samsun’a vardığınızda orta ölçekli bir metropol şehirde olduğunuzu gözlemliyorsunuz. Amasya’nın tarihi Kaya kral mezarlarını, şehzadeler müzesini, Ferhat ile Şirin müzelerini gezip Tokat’a vardığınızda yemyeşil Pazar ilçesi sizi bağrına basıyor. Türkiye’nin son 40 yılında keşfedilen Ballıca mağarası ise sizi eşsiz bir doğa yolculuğa çıkarıyor. Mağaranın atmosferik havası, harika sarkıt ve dikitleri girişte sizi ürkütse de, mağara içinde 700 basamak aşağı indiğinizde aldığınız bol oksijenli hava size yaşama sevinci veriyor.
Artık Malatya’ya rotanızı çevirdiğinizde -yirmi günlük bir geziden sonra- ikamet edeceğiniz bir Anadolu şehrine kavuşmanın mutluluğu tebessüm ediyor yüzünüzde…