Geçen her saniyeyi yaşadığını zanneder de insan, her tik takla biraz daha ölür hiç farkına varmadan.

Var olmak kendi kesbiymiş gibi mağrur olur da kendini bile borçlu olduğu Zat’ı (cc) unutur zerrece sıkılmadan.
Semadan inen rahmet, arzda peyda olan bereket hep insan içindir. Arz ve semanın bu ibretlik raksı, insanoğlu rahat içerisinde yaşasın, karşılığında kulluk vazifesini bihakkın ifa etsin diyedir.
Cümle nebatat ve hayvanat, Âdemoğlu hayatını idame ettirsin diye tekmil hizaya girmiş ve “akıl” ile mücehhez olan bu üstün varlığa selam durmuştur.
Fakat ne garabettir ki insan akıl denilen muhteşem bir nimete sahip olduğu halde, nefsinin arzuları karşısında çoğu zaman aklına danışmayıp kendini mahvetmekten geri durmamıştır.
İnsanoğlunun içerisinde durmaksızın devam eden bir savaş vardır ki göz görmez, kulak duymaz…
Hiçbir kalemin yazmaya, hiçbir gözün görmeye ve hiçbir lisanın anlatmaya muktedir olmadığı çetin bir savaştır bu; Akıl ve Nefs’in savaşıdır.
Kimin galip geleceğini tayin edecek olan, daha doğrusu kantarın topuzunu ayarlayan ise İrade’dir.
Akıl iyiden yanadır, nefs kötüden... İyi ve kötü arasında tercih yapmak da iradenin tasarrufundadır.
Eşref-i Mahlukat olmakla Esfel-i Safilin olmak istisnasız herkesin yapacağı bu tercih neticesinde ortaya çıkacaktır.
Yani, sırf akıldan ibaret olan melekten üstün olmakla, sırf nefsten ibaret olan hayvandan aşağı olmak, Efendimiz(sav)’in “Cihad-ı Ekber” diye ifade buyurduğu bu emsalsiz mücadelenin sonucuna bağlıdır.
Övünç duyar insanoğlu akıl sahibi olmasından. Ama maharetin akla sahip olmak mı; nimetlerin en üstünü, silahların en güçlüsü olan aklı nerede, nasıl, ne zaman kullanacağını idrak edebilmek mi olduğunu düşünmez.
Kendisine lütfedilen bir paye ya da hediye için muhatabına minnet ve şükranlarını cömertçe sarf eder fakat aldığı nefesi bile borçlu olduğu Yaratıcısını (cc) hatırlamaz.
O’nun verdiği gözle O’na karşı kör, O’nun verdiği kulakla O’na karşı sağır, O’nun verdiği dil ile O’na karşı dilsiz olur.
Hatta bu acınası hâlini ibadetlerinde bile ortaya koyduğunun farkında değildir. Şöyle ki;
İbadetlerdeki niyet dört şekilde tecelli eder. İnsanın ibadetleri bu dört mertebeden birisinde yer alır. En alttan başlayarak bunları şu şekilde tasnif ederiz:
Dördüncü mertebe ‘desinler diye’ yapılan, riya ile yapılan ibadettir ki Allah bu ibadeti asla kabul buyurmaz ve ne kadar yapılırsa yapılsın bu ibadetin yapan kişiye asla faydası dokunmaz.
Üçüncü mertebe ki; neden ibadet ettikleri sorulduğunda insanların büyük bir bölümünün cevabı bu mertebedendir. Cennet ümidi ve Cehennem korkusu... İbadet yaparsam Allah (cc) beni cennetine koyar, yapmazsam cehenneminde yakar derler. Yani tabir yerindeyse bir mükâfat umarak ya da cezadan korkarak ibadet yaparlar. Bu, makbul fakat zayıf, bereketsiz bir ibadettir.
İkinci mertebe, Allah (cc) emrettiği için yapılan ibadettir. Yani, Allah (cc) Kur’an’da emretmiş, beni bu vazifenin yerine getirilmesinden sorumlu tutmuş, o yüzden ibadet ediyorum demektir. Tıpkı komutanının verdiği emri yerine getiren asker misali… Asker, görevi yerine getirmiş olmanın huzuruyla komutanın ceza vermesinden korkmaz, komutanı da askerinden memnun olur, hatta onu takdir ve taltif eder.
Bu kesinlikle Allah’ı (cc) hoşnut eden makbul bir ibadettir fakat şu soruyu da beraberinde getirir:
Eğer Allah (cc) hiç emretmemiş olsaydı, O'na minnetimizi göstermemiz gerekmez miydi..?
İşte bundan dolayı birinci ve en makbul mertebe, Allah (cc) ibadete, şükre, ihtirama, ta'zime layık olduğu için O’na ibadet etmektir. O’nun kudreti karşısında kendi acziyetini anlayıp O’na yönelmek, kahrını da lütfunu da hoş görüp O’nun azabından yine O’nun rahmetine sığınmaktır. Yaşıyor olmamız bile O’na ibadet etmemiz, şükrümüzü göstermemiz için yeterli bir sebeptir.
Hülasa;
Doğruyu bilmekle doğruyu söylemek ve doğru yaşamak farklı şeylerdir.
Nefsiyle, hırslarıyla, arzularıyla el ele yaşayan kimsenin akıldâneliği, doğruluk tellallığı ve bilhassa Allah'a (cc) götürmeyen ibadetleri bizden uzak olsun.