Sayın Hocam; 2011 yılında her ne kadar kişisel olarak gözükse de somut olgu ve olaylara dayanarak yazdığım iki köşe yazımı sizinle paylaşıp, Üniversitemizin ‘gurupsal mı?’ yoksa ‘kurumsal’ olarak mı o gün içinde bulunduğu ‘zihniyet’ sorununu açıklamayı sizlerin takdirlerine bırakmak istiyorum.

Üniversitelerimiz ve profesörleri ( 1 )

Hayat yalnızca katı kuralların yaşandığı bir mekân değildir. Kültür ve hayata bakış, ne bir anda oluşur, ne doğar. Kültür ve hayat bir ‘yaşanmışlık’ alanıdır. Bu toprakların insanlarına ‘kültürün’ bir yaşanmışlığın, derinliğinden geldiği öğretilmemiştir. Kişilerin düşünceleri ve anlayışları, varlık nesnelerini algılayışları, yaşadıkları anla sınırlı kaldı hep. Çünkü onlara, ‘devlet zihniyeti’ öyle öğretmişti. Hayatı bir yaşanmışlık; kültürü de zaman ve mekân içinden akıp gelen bir yolculuk olarak algılanmadı bu topraklarda.

Önüne bir metin sürüldü ve o metni ezberleme yöntemi öğretildi çocuklarımıza. O çocuklarımız ne yapsın? Başka bir metin de gelse önlerine, kendilerine öğretildiği gibi okudular. Metinleri okuya okuya ezberlediler. Ezberlendiler. Ve ezberleriyle büyüdüler. Bunun dışında hayatı ve hayatın içindeki değişik yaşanmışlığın var olduğunu, var olabileceğini düşünmediler. Düşünmelerine yol verilmedi. Vermediler. Çerçevesi çizilmiş kalıplar, yontulmaya müsait olmayan paradigmalar oluştu çocuklarımızın zihinlerinde. Çocuklar büyüdü genç oldular. Kafalarındaki prangalarla. Gençlik geleceğimiz dediler. Prangalı kafalar nasıl gelecek olacaksa? ’Habire gençlik geleceğimiz’ teranesi okundu. Gençliğin kafasında oluşturulan zincirli barikatları açacaklarına yapıştırdılar. ‘23 Nisan-19 Mayıs-29 Ekim Bayramlarında; ilk ağızlarındaki cümle, hep ‘gençlik geleceğimiz’oldu. Bu zihniyet; Sonra geleceğimiz olan bu gençliği birbirine kırdırmayı hiç mi, ama hiç mi, ihmal etmediler. Halen de kırdırmaya devam ediyorlar. Bu zincirli, barikatlı kafalarla nice mühendis mimar yetiştirdik. O kafalar zincirli ve barikatlı olduğu için ‘fay hattını’ göremediler. On binlerce yurttaşımızı faylara kurban verdik. On binlerce gencimize ‘hukuk’okuttuk. Hukuku kanun diye yorumlattılar. O kanunlarla ne Kıyımlar yaptırdılar kanun yorumcularına. Öğretim görevlisi profesör oldular. Okuttukları gençlere, okuyun okumanın sonu yoktur dediler. Kendileri okumayı bıraktılar. Okumayı bıraktıkları için yorum yapamadılar. Ezberleriyle kaldılar. Ne, ‘bana bir harf öğretenin,’ ne de ‘ilim Çin’de de olsa gidip alınız.’ atasözlerinin anlamlarını yorumlayabildiler. Bunları söylenmesi gereken laf olarak gördüler. Ve okuttukları gençlere öyle laf olarak söylediler. Oysa bu sözlerin hayatın içinden, yaşanmışlığın içinden bir kültür olarak binlerce yıldan süzülerek var olduğunu ve var olacağını hep unuttular. Unutturdular. Düşünmediler bile. Çünkü onlara düşünme ve hayata yorum katma öğretilmemişti. Bunların adlarının önlerine Prof. da yazılsa da işte öyle prof.lerdi. Öyle gelip, öyle de gidecekler…

Elbette disiplin sahiplerinden söz ederken tümünü kastettiğimi söylemek istemiyorum. Belli oranda mühendisleri, hukukçuları, diğer disiplinleri yüklenmiş olanları, almış olduklar disiplinler çerçevesinde ezberlerine hoş görü içersinde yaklaşmamızda herhangi bahis olabilirde, olmayabilir de. Ancak adlarının önlerine Profesör Unvanını, yani ‘hikmet sevgisine’ sahip olanları hoş görü içerisinde görebilir miyiz? Onlar disiplinler içerisinde, ‘hikmet sahibi’ olarak yerlerini almak durumundalar. Yine onlar; ‘hikmet sahibi’ kuşaklar yetiştirmek ve geleceğe hazırlamak zorundalar. Böyle bir zorunlulukları vardır diye de ayrıca düşünüyorum.

Ama hayat bütün yaşanmışlığı içerisinde durmadan akan bir nehrin içerisinde, her gün, her saniye, her an, yeni bir mekândan akarak yoluna devam edecek. Ediyor da. Bilimi bir ‘görme’ işi olarak tanımlayanlar olduğu gibi, bilimi ‘görülmeyeni görme,bulma’ işi olarak söyleyenler de var. Ayrıca ‘görme’ kaybolanı bulmaktır, aynı zamanda. Kaybetmek yerine bulmak. Nerede o bilgiyi ‘Hikmet Sevgisi’ olarak anlayan, görmeyi bulma, var etme, ortaya çıkarma olarak algılayan birikimli gerçek profesörlerimiz. Gerçekten var olup, bizlere yol olsalardı ülkemiz gündemi ve Malatya’mız böyle mi olurdu?’’ 03 Ekim 2011 Pazartesi Malatya Hakimiyet Gazetesi

Pazartesi günü Sayın Hocamıza yazdığım ‘açık mektup’ köşe yazılarıma, kaldığım yerden devam edeceğim.