Büyük şair Nazı Hikmet’in 115. Yaş günüydü, geçen hafta. Şairin şiirleri hafızamda hızla belirmeye başladı.
“Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru”
Kuvayi milliye destanı 7.bab bu dizelerle başlıyor ve ardından;
“Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız :
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar, “
Dizeleriyle devam ediyor şair. Kurtuluş savaşını Nazım Hikmet gibi anlatan ikinci bir şair çıkmadı daha. Buna rağmen vatan haini dendi onun için.
Oda;
“Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın
….
….
ben vatan hainiyim
….”
Ya yaşamaya dair şiirine ne demeli;
“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,”
Paris’de bir otel odasında, “Saman Sarısı” şiirinde Abidin Dino’ya yaptığı gönderme yıllar sonra bile güncelliğini korumakta.
“sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
işin kolayına kaçmadan ama “
Abidin Dino mutluluğun resmini yapmadı. Biliyordu usta ressam vatanında uzakta, vatan hasreti çekerken mutluluğun resmini yapmak kolay değildi. Oda sözcüklerle cevap verdi Nazım’a;
“Kokusu buram buram tüten
Limanda simit satan çocuklar
Martıların telaşı bambaşka
İşçiler gözler yolunu.
İnebilseydin o vapurdan
ayağında Varna’nın tozu
yüreğinde ince bir sızı.
Mavi gözlerinde yanıp tutuşan
hasretle kucaklayabilseydim
seninle, bir daha.
Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi
Bağrımıza bassaydık seni Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Başında delikanlı şapkan,
Kolların sıvalı, kavgaya hazır
Bahriyeli adımlarla düşüp yola
gidebilseydik meserret kahvesine,
İlk karşılaştığımız yere
ve bir acı kahvemi içseydin.
Anlatsaydık
O günlerden, geçmişten, gelecekten,
Ne günler biterdi,
Ne geceler...
Dinerdi tüm acılar seninle
Bir düş olurdu ayrılığımız,
anılarda kalan.
Ve dolaşsaydık Türkiye’yi
bir baştan bir başa.
Yattığımız yerler müze olmuş,
Sürgün şehirler cennet.
İşte o zaman Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Buna da ne tual yeterdi;
ne boya... “
Sonraki yıllar, Mutluluğun resmini yapmaya kalkışan ressam oldu mu ben bilmiyorum.
Ressamlarımız mı iyi değildi, yoksa mutluluğun resmini yapmak mı zordu. Yada, bu ülkede mutlu olmak mı?
Bu ikilem içinde geçti gitti nice ömürler. Nice canlar düştü toprağa. Filizlenmedi bu topraklarda mutluluk.
Her on yılda bir darbeler yetmiyormuş gibi, bir gece vakti, kendi uçaklarımızca ülkenin meclisi bombalandı. Beyinlerini kiralamış asker kılıklı caniler, sokakta kendi vatandaşlarının üzerine ateş açtılar. Onlarca masum insanı katlettiler.
Bu ahval ve şerait içinde, ne yapsın ressamlar.
Ne zaman patlayacağı belli olmayan bombalarla, yaşamlar son bulurken; babaların evlatlarını toprağa verdiği, çocukların babasız kaldığı bu günlerde, kolay mı mutluluğun resmini yapmak. Hemi de kolayına kaçmadan. Zor be usta,
“gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil” oda şimdi zor. Bugünlerde anaların gözlerinde yaş eksik olmuyor. Gül yanaklı bebelerini kaybeden anneler Galatasaray Lisesi önünde 617. Kez bir araya geliyorlar. Melek yüzlerinde, gül yanaklı evlatlarının acısı.
33 yıldır Cemil’ini arayan Berfo ana, 106 yaşında Cemil’ine kavuşamamanın hüzünlüyle yaşamını yitirdi.
Gencecik çocukların şehit gittiği bugünlerde; tabutların üstünde anaların, genç kadınların, sevgililerin, yavukluların feryat ve figanları eksik olmuyor.
Yıl 2017’nin ocak ayı Nazım usta, hala mutluluğun resmini yapan bir ressam çıkmadığı gibi, gül yanaklı bebesini emziren mutlu annenin resmini yapmak da kolay değil. Bilesin.