Son zamanlarda Alişan Hayırlı’nın ilginç pozlarını izlemeye başladık. Kimi zaman bir ağaç dalının arasına gizleniyor ve o ağaçla uyum sağlıyor; kimi zaman da bir dağın veya tepenin zirvesine çıkarak güzel pozlar veriyor. Ancak; Batılıların tabiri ile lodoslamasına, bizim tabirimiz ile şaşkın ördek gibi gidiyor. Kıyafetine bakıyorum yanlış, aldığı malzemelere bıkıyorum yanlış, ayakkabısına bakıyorum, ne idüğü belirsiz bir şey. Son mantar yürüyüşünde ise tek kelime ile “Allah yüzüne bakmış”. Eğer keklikler imdadına yetişmese idi garibanımın hali nice olacaktı?
Bir konuda Alişan Hayırlı’ya hak veriyorum. Güzel pozlar veriyor, doğa ile uyuşumlu kareler yansıtıyor. Hele Malatya’nın o güzel ağaçlarının dalları arasındaki pozları var ya; işte o pozlar onun karizmasına karizma katıyor. Velhasıl doğa ile bütünleşiyor. Alişan dediğimiz zaman doğa akla geliyor.
Alişan Hayırlı’nın mantar toplayışına gidişi var ki darısı dostlar başına; o kendisini şöyle anlatıyor.
“Gaipten bir ses beni çağırıyordu. Sarp ve keskin yamaçtan tırmanırken ekiple arayı ne kadar açtığımın farkında bile değildim. Daha yukarılara, daha zirveye, en uç noktaya çıkmak istiyordum. Zirveler beni mıknatıs gibi çekiyordu. Adını bilmediğim, tarif edemeyeceğim efsunlu güçler beni çağırıyordu. Gaipten bir ses sanki bana sesleniyordu. Yerden ne kadar uzaklaşırsam, görüş açım o kadar genişliyor, zirveye ne kadar yaklaşırsam kendimi o kadar özgür hissediyordum.
Nihayet Hamza Dağı’nın zirvesine vardım.”
Ben de zaman zaman yüksek tepelere tırmandım. Gerçekten ne kadar yükseğe çıkarsan kendini o kadar özgür hissedersin. Bu dünya ayaklarının altındadır. Alişan’da dağın zirvesine bir an önce çıkmak için arkadaşlarından ayrılmış ve zirveye doğru seğirtmiş. İşte burada en büyük yanlışı yapmış. Kardeşim; yol yordam bilmiyorsun, orada hangi yırtıcı hayvanların karşına çıkacağından habersizsin, yağmur yağar ise korunacak yağmurluğun yok, ayakkabın su alıyor, susuz kalsan iki damla içecek suyun yok. Her şeyden önce kaybolur ise cebinde bir düdüğün yok, pusulan yok, cprs cihazın yok. İyi ki o dağlarda ve mağaralarda gece kalmamışsın. Yoksa kurtlarla, çakallarla, ayılarla, domuzlarla, akreplerle, yılanlarla nasıl baş edecektin. Yada terörist diye kör kurşuna hedef olma olasılığın da vardı. Ne ise geçmiş olsun der Allah’tan uzun ömür dilerim. Alişan anlatımına devam ediyor;
“Kayanın üzerinde ne kadar oturduğumu hatırlayamıyorum. Doktor tabiatın muayenesinde geçen terapi süresini bilemiyordum. Birden kendime geldim. Ağzımın kuruduğunu, biraz acıktığımı htim. Hemen yanı başımda bir kar kümesini fark ettim. Üzerini temizledikten sonra bir avuç karla susuzluğumu giderdim, şifalı otların tadına bakıp açlığımı giderdim. Zehirli ve zararlı olabileceği aklıma gelmemişti, fakat olsun, dağların zehri şehrin balından daha tatlıydı bana göre… Öleceksem dağların zehirli otları ve karıyla öleydim. Fakat şimdi bir sorun vardı. Yol arkadaşlarımla bağlantıyı koparmıştım. kaybetmiştim. Şimdi aşağı inme zamanı gelmişti.
Acaba arkadaşlarım neredeydi? Ne kadar uzaklaşmış ve onlar hangi yöne gitmişlerdi? Onların derdi mantardı. Onlar ne kadar mantar bulur ve şifalı ot yaparlarsa o kadar mutlu olacaklardı. Beni merak edip etmediklerini de bilmiyordum.
Zirveden aşağı doğru inmeye başladım. Bir yandan da “Kazıııııııııııııııııııım! Alpaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaay!” diye bağırıyordum. Sesim karşı dağlardan yankılanıp geri geliyordu.
Korktuğum başıma gelmişti. Hiçbiri sesime cevap vermiyordu. Kaybolmuştum işte. Nerede olduğumu bilmiyordum ve yönümü kaybetmiştim. Hava da yavaş yavaş kararıyor, yağmur yüklü kara bulutlar karşı ufuklarda belirmeye başlıyordu. Yağmur gelecekti, belliydi…
Hüngür hürgür ağladım! Dağ ve zirve tutkusu başıma iş açmıştı. Bir yandan arkadaşlarıma sesleniyor, bir yandan da çılgınlar gibi aşağı, dere tarafına doğru iniyordum. Artık mantar da şifalı otlar da umurumda değildi. Burada kaybolursam, yağmurların altında kalırsam, hasta olursam ne yapacaktım? Anneme ben ne diyecektim? Yok, hayır, hiç kimsecikler yok. Etrafta insan suretinde kimseyi göremiyordum.
Bir kayanın üzerine oturup hüngür hüngür ağladım”
Tabii ki ağlarsın; annen bunları bilse senin macera peşinde koşmana mutlaka engel olurdu. Daha önce denenmemiş Malatya dağlarına çıkıyorsun. Sarp ve kayalık dağlar, Güneş tepene vuruyor, sen gene de kendini zorluyorsun.
Malatya Valiliği’nin diktiği ağaçların gölgesine erişmemize bence ömrümüz yeterli olamaz. Bana nazaran genç olduğuna göre senin o zamana ulaşma olanağın var. Ne ise ikimize de Allah uzun ömürler versin ki Malatyalılara Malatya’yı anlatalım.
Kardeşim her şeyin bir yolu yordamı var. Annenin her zaman hayır duasını al. Otur oturduğun yerde maaşını al, emekli maaşın sana yeter. Kündübeğ’in(Gündüzbey) kuytu bir köşesine yerleş. Ara sıra Derme Suyu’na balıklama dal, kiraz, çefdeli(şeftali), fişne(vişne), mişmiş topla; bir de bahçenin uygun bir yerine üç katlı bir villa yaptırır isen oldun Alişan Ağa. Gel Alişan Ağam git Alişan Ağam. Malatya tabiri ile gözel degil mi? Ama sen de benim gibi zor yolları seçiyorsun.