Sabah saat dört, uyanıyorum. Gözlerim odanın karanlığını yarıp hayallerime teslim ediyor ruhumu. Devre dışı kalan gözlerimi arıyorum, yok. Bir duygu gezegeninin içinde buluyorum kendimi. Hayallerimle baş başa. Tutkularım, düşlerim beni dünyanın uzaklarına taşıyor. Okyanusları, dağları, çölleri aşıp insan yaşamının çeşitli coğrafyalardaki serüvenine tanık oluyorum.
Bazen adı duyulmamış yerel dilleriyle konuşan Güney Amerika’nın küçük bir kasabasındaki insanları, bazen Kazablanka’nın arka sokaklarında sohbet eden Berberileri, bazen Atlas okyanusunun kenarında balık avlayan yaşlı çifti, bazen Nepal’ın eteklerinde ölümsüzlük iksirini arayan fakir bilgelerle yolculuk yapıyorum.
Umutların sonsuzluk dünyasında çare arıyorum kalbimin boş kalan düzlüklerine… Sınırlar çizemiyorum hayalimdeki dünyanın boşluğuna. Temmuz ayında kardelenler görüyorum kavruk yamaçlarda, çölün kavurucu sıcaklığında lapa lapa yağan karı, Afrika’nın sokaklarında mutlu insanları, Akdenizin kıyılarında gülümseyen mültecileri…
Nihayet kendi gerçek dünyama dönüyorum. Odanın tavanında sarkan yarım örümcek ağını, yanı başımda yarım kalmış pet şişesini, ısırılmış beyaz elmayı ve not aldığım defteri…
Her şey yarım, her şey eksik, her şey farklı. Toparlanmaya çalışıyorum. Balkona çıkıp sabahın soğuk havasını içime çekiyorum. Bulutların süzülüşünü, alacakaranlığın vedasını, kuşların uçuşunu izliyorum. Apartmanlarda yanan yarım ışıkları, rüzgârın yarım esişini, ayın yarım yüzünü ve parçalanmış yarım yıldızları…
Gerçek dünyam ile hayallerim arasında sıkışıp kalıyorum. Sözcüklerden medet umuyorum. Onların da beni terk ettiğini görüyorum. Ruhumun derinliklerinde yeni yolculuklar için emir bekleyen hayallerime sarılıyorum. Başka hayatlara, başka dünyalara beni alıp götürmesine izin veriyorum.
Beni uyutmayan hayallerimi uyutmaya çalışıyorum.