SÖZÜN ÖZÜ
Geçmişi günümüze nasıl etsek taşısak,
O çok güzel günleri bugünlerde yaşasak.
Her gelişte Ramazan sevincimiz coşardı,
Yaşanılan mutluluk gönlümüzden taşardı!
Bu yıl çok garip ve şimdiye kadar belki hiç görülmemiş bir Ramazan-ı Şerif ayını yaşıyoruz, Coronavirüs yasaklarıyla iç içe olan bu mübarek ayın günlerini yaşarken geçmişte yaşadığımız oruç günlerini daha çok özlemeye başladık.
Nasıl özlemeyelim ki, güzellik adına ne varsa o günlerde vardı, bu mübarek ayın gelişini “top” atışlarıyla karşılar, top atışlarıyla sahura kalkar, top atışlarıyla iftar ederdik, çocuk da olsak büyüklerimiz alışalım diye bize oruç tutturur, iftardan önce omuzlarında gezdirir ve canımız ne istiyorsa onu alırlardı.
Canımızın istediğinin alındığını bildikten sonra küçeye çıkar yoldan geçenlere: “ami topa ne kadar var, ya da ami saat kaç?” diye sorardık, iftar topu patlayınca biz canımızın istediğini severek iştahla yerken büyüklerimiz orucun ilk günün “geleneksel” yemeğine “keşkek lengerisine” batırırlardı.
Sofralarımızda hem sevinç hem de misafir vardı, ancak keşkek
Lengerisinin (lengeri günümüzdeki servis tabağı gibi) yanında yer alan bazı sahanlar da vardı ve biz bilirdik ki bu sahanlardaki yemekler komşulardan gelmiş, yarın yine içleri dolu olarak komşulara gidecek.
Bu mübarek ayın gelişine sevinirken hüzünlenirdik de çünkü büyüklerimiz: “ sayılı günlerdir çabuk biter” derdi, ama biz çocuklar bayram sevinç ve heyecanını Ramazan-ı Şerif ayının daha ilk gününden yaşardık, bayram gelse de “bayramlıklarımızı giysek” diye.
Kunduralarımız ve diğer giysilerimiz “ hazır” değil, sipariş üzerine ayağımızın ve boyumuzun ölçüsü önceden alınır ve bayrama kadar yetiştirilirdi.
Sanki hiç oruçsuz kimse yoktu, öyle ya biz çocuklara bile alışalım diye arada bir oruç tutturulduğuna göre, büyükler neden oruçsuz olsun, gerçi oruçsuz olanlar vardı ve biz onları “gayri Müslim” olarak bilirdik, onlarda açıkta ellerinde sigara ile görünmezlerdi, esnaf olanları öğle yemeklerini dükkanlarında masanın altına bırakır gizlice yerlerdi, kahvehanelerinin camları siyah örtü ile kaplıydı, yani oruçluya gayri müslimler bile saygı gösterirlerdi.
İftardan sonra akşam namazı evde kılınır, yatsı ve teravih namazı için camilere, özellikle Ulu camiye gidilirdi, yatsı ezanı okunmadan önce Ulu Cami çevresindeki çayhanelerde “özel demli” çaylardan kim kaç bardak içebildiyse içerdi.
Yatsı ezanının okunmasını bir de Ulu caminin avlusunda beklerdik, çünkü “Şafii” cemaati yirmi dakika önce, rahmetli babamın saatine göre biri on geçe namazı kılarken “Hanefi” cemaati ise bir buçukta yatsı ve teravih namaza dururlardı, büyüklerimizin cep saati günde iki defa on ikiyi gösterirdi, bunlardan birisi iftar saatinde 12 idi, yaz kış ezanlar ikindi dokuz buçukta, yatsı bir buçukta okunurdu.
Bu günler kıyaslandığında sanki o günler bu dünyada yaşanmamış gibi bir hisse kaptırıyor insanı, Allah izin verirse ileriki günlerde bugün bitiremeyeceğimiz anlatımlarımızı okurlarımızla paylaşırız.
Mübarek Ramazan ayı boyunca lokantaların camlarında “mübarek Ramazan ayı dolayısıyla kapalıyız” yazısını okurduk, lokantalar bu ayı fırsat bilir dekorlarını, masa sandalyelerini yenilerdi..
Şimdi ekranlara ne kadar çok yansıtılıyor değil mi “Ramazan pidesi” oysa Diyarbekir’de yıl on iki ay fırınlarda, özellikle Mecit ağa fırınında “lavaş ekmek” pişerdi, üzerindeki “kara çörek” otu çok güzel bir koku ve tat verirdi, metrelerce uzakta olanlar bile o kokuyu alırlardı.
Esnaf Ramazan ayı olsun olmasın dükkanını sabah namazından sonra açar, akşam ezanı okunduğunda kapardı, buraya kadar olan sözlerimize dikkat edildiyse bu günün Ramazan ayından hiç mi hiç söz etmedik, daha doğrusu edemedik, hala o günleri yaşar gibi hissediyoruz kendimizi…