Başlıkta Arapça bir kelimeye yer verdim. Gençler anlamazlar belki. Açıklayayım: “müstesna insan” demek, diğerlerinden farklı özelikleri olan insan demektir, benzeri az bulunan insan demektir, üstün vasıfları taşıyan insan demektir. Ölümünü duyururken de nereden aklıma geldi ise müstesna insan Nafi Yücel Hak’kın rahmetine kavuşmuştur diye yazmıştım.
Nafi Yücel, babamın amcasının torunudur. Bu günkü anlamda bakacak olursak uzak bir akraba diye düşünmek mümkündür. Ancak kazın ayağı öyle değil. Nafi’nin Babası Mesut Amca babam Cemal Yücel’i babam da Mesut Amcayı kardeşlerinden daha çok severdi. İşin bir yanı böyle. Mesut Amca, küçük yaşta çiçek hastalığına tutularak görme yeteneğinin hemen hemen tamamını kaybetmişti. Çok hafif görüyordu. Bu bakımdan lakabı “Kör Mesut”’tu. Ama hitabet gücü, zekiliği anlatımı ve cana yakınlığı mükemmeldi. Mesut Amca ile sohbet etmeye biz çocuklar bayılırdık. Ayağının dibinden saatlerce kalkmaz onu can kulağı ile dinlerdik. Gözünün çok az görmesine rağmen mücadeleyi elden bırakmamıştı. Kahveye gider, domino, tavla ve kâğıt oyunlarını oynardı. Çektiği iskambil kâğıdını ve attığı zarı çok az gören gözünün önüne kadar getirir oyuna öyle devam ederdi. Bu olumsuzluklara rağmen yenildiğine pek vakıf olmadım. Mesut Amca okul yüzü görmemesine rağmen kendi kendine okuma yazma öğrenmişti, haberleri günü gününe takip ederdi. Sadece Türkiye’de radyoları değil dünyanın dört bir yanından yayın yapan radyoları da izlerdi. Kulağını radyoya dayar, hangi kanalın nereden çıktığını bilir, önemli haberlerin saatini dakikası dakikasına takip ederdi. Tüm Akçadağ önemli havadisleri ondan sorarlardı. Adeta canlı bilgisayardı.
Mesut Amca’mdan bir anı anlatayım. Eskiden Akçadağ’da her evin bir veya iki ineği vardı. Çobanlar bu inekleri sabahleyin evlerinden alırlar otlatmaya götürürlerdi. Akşam vakti ise bu sığırlar yaylımdan dönerler böğürerek Akçadağ sokaklarına dökülürlerdi. Bu durum seyre değer bir olaydı. Bazı çocuklar ahbun (inek gübresi) olsun, yakacaklarda kullansınlar diye öküz veya ineklerin peşinden koşarlar, onların çıkardıkları mayısları (dışkı) toplarlardı. Hayvanlar evlerini ezbere bilir ve ahırlarına kadar yol alırlardı. Mesut Amca’nın babası Muhammed Emmi çok sert bir adamdı. Tüm sülale ondan çekinirdi. Tabii mesut o zaman küçük. Gözleri de uzağı tam görmüyor ya. Evin inekleri eve dönmeye biraz geç kalmış. Muhammet Emmi’de oğlu Mesut’a “Ula Mesut hele çık bak hele. Bizim inekler nerede kaldı” demiş. Mesut çekinerek “Baba benim gözüm görmüyo. Ben ineğimizi tanıyamam, seçemem” demiş. Muhammed emmi de devamlı tavla oynayan oğluna “Ula oğlum tavlanın zarındaki rakamları seçiyon da koskocaman ineği mi bulamıyon!” dediğinde ister istemez Mesut inekleri aramaya çıkmış ama bulamamış.
Nafi, Mesut Amca’nın ilk çocuğu olarak 1945 yılının 16 Ekim günü doğmuş, ben de 1946 yılının Ekim ayında. Demek ki benden bir yaş büyükmüş. Her ikimizde terazi burcundanız. Nafi terazi burcunun bütün özelliğini taşırdı. Dengeli idi, çalışkandı, insancıldı, berraktı. O bakımdan doğuşumuzdan beraber her zaman olanaklar elverdiğinde bir araya gelirdik.
Babam, Nafi’nin hem kirvesi hem de sağdıcıdır. Bu durum da akrabalığımızı perçinleştirmişti. Biz akrabalarımızdan önce Malatya’ya taşınmıştık. Nafiler de Akçadağ’da kalmışlardı. Okulların tatil olduğu zamanlarda babama yalvarır ve Akçadağ’a giderdim. Tabii ki mekânım Mesut Amcalardı. Fado Abla (Nafi’nin annesi) beni çocuklarından ayırmaz, muhabbetini eksik etmezdi, beni evlatları yerine koyardı. Genellikle zamanın meşhur tereyağından yumurta pişirir bize yedirtirdi. Vefatından önce Fado Abla “Selami Sana ne bişirem?” dediğinde, tereddüt etmeden tereyağında yumurta dedim. Sağ olsun pişirdi ve nostaljiyi yaşadım. Mesut Amca’nın da gönlü çok zengindi. Aylarca Akçadağ’da yaşamama rağmen evlerinde kalmamdan çok hoşnuttu. Hele de damda yatarak yıldızlar seyrederek uykuya dalmanın hazzı hiçbir şeyde bulunmazdı. Asalet ve görgü hem Mesut Amca’da, hem Fado Abla’da hem de Nafi’de mevcuttu. Çünkü kökleri ve köcekleri asildi. O zamanlar Salime, Halil, Mahmut küçüktüler. Rahmetli Naim yaşça bizden biraz küçüktü. Zaman zaman bize takılırdı. Bir olay daha Akçadağ’dan anlatayım.
Bilir misiniz o zamanlar Akçadağ’da belediye bahçesinde bir sinema vardı. Sinema işleticilerinin isimlerini bilemem tabi. Dokuz on yaşlarındayız. Güzel filmler gelir, filmin tanıtımı yapılır ve sinema ağzına kadar dolardı. Ben de zaman şimdiki gibi değilim. Kuzu gibiyim, sessizim; enseme vurun ekmeğimi alın. Ne ise Akçadağ’a gelen filmlerin tanıtımını Nafi ile kardeşi Naim yapıyorlarmış. Tahtaya bir afiş yapıştırıyorlarmış. Afişin sopalarından bir tanesini Nafi tutuyor muş, bir tanesini de Naim. Naim bize göre daha sosyal idi. Onun da eline bir borazan vermişler. Sinemada hangi filmin oynayacağının bağırtkanlığını yapıyor. Rahmeti Nafi “Selami sen de biz ile dolaş, afişin bir ucundan da sen tut. Naim’de anonslarını yapsın. Sen de bedavaya sinemaya girersin” dedi. Benim de canıma minnet, tamam, dedim. Çünkü hepimizin cepleri delikti. Hiç unutmam Sophia Loren’in bir filmi oynuyordu. Başladık akşama doğru Arga (Akçadağ) sokaklarını dolaşmaya. Akşam oldu, yemekler yendi, karanlık bastı. Tüm Arga kadınlı erkekli sinemaya hücum ediyor. Nafi, Naim ve Ben tuttuk sinemanın yolunu; bedava sinema izleyeceğiz ya. Nafi ve Naim içeri girdi. Benim de içeriye girmemi teklif ettiler ama teşrifatçı sinemaya beni almadı. Nafi ve Naim içerde filmi seyretmeye başladılar. Ben de sessiz sessiz sinemanın kapısında ağlamaya başladım. Param da yok. Birinci perde bitti. Sinemanın önünden kalktım Mahmut Amca’nın kızı Remziye Ablanın evine gittim. Ağlayarak olayı anlattım. O da çok üzüldü. “Keşke bana söyleseydin. Para verirdim” dedi ama zaman geçmişti. Fakat bir gün sonra rahmetli Remziye ablanın sayesinde bu filmi izlemiştim.
Beraber büyüdüğümüz için Nafi’nin gönlümde çok büyük yeri vardır. Malatya’ya her geldiğimde mutlaka bir araya gelir değerlendirmeler yapardık. Anlatımı, hitabeti, hafızası mükemmeldi.
Bundan yirmi sene kadar önce Nafi’nin dudak kanserine yakalandığını öğrendiğimde adeta yıkılmıştım. Hele de doktorların üç ay ömrü kaldı dediklerini duyduğumda yüreğimdeki cız sesini duymuştum. Nafi kısa zamanda gidecek. Ölüm haberini alacağım diye kendi kendime üzülüyordum. Amma velâkin Nafi çok yürekli ve inançlı ve de sağlam yapılı idi. Her şeye de hazırlıklıydı. Bir mucize oldu, Nafi o zaman vefat etmedi kanseri yendi. Cesareti ile doktorları da hayretler içerisinde bıraktı ve kanser hastalarına inanç ve direnç konusunda örnek oldu.
Nafi; on yaşından beri sigara içerdi. Yazın Akçadağ’da çay bahçelerinde çalışır sigarasını temin ederdi. Onun için sigara çok önemli idi. Sigarayı bırak denilmesi ihtimalinden önce de doktorlara “ Doktor bey, sigarama karışma” derdi.
Gel zaman git zaman Nafi’nin iki sene önce akciğer kanserinin pençesine düştüğünü öğrendik. Üstelik kanser hücreleri yayılmıştı da. Yakın zamanlara kadar ne zaman Malatya’ya gitsek Nafi’yi karşımda görüyordum. Gene dimdik idi. Gidilmesi icap eden yerlere gidiyor, gene de sigara içiyordu. “Emmioğlu gel bu sigarayı bırak” dediğimde de, “sigara bırakılır mı yav...” diyordu. İki ay kadar önce Nafi beni aradı, “emmioğlu akciğerdeki tümör büyüyür” dedi. Bu bir ölüm haberi idi. Bu telefondan sonra belli bir süre Nafi’yi arayamadım. Bir ay kadar zaman geçmişti. Cesaretimi toplayarak telefona sarıldım. “Emmioğlu yatıy mısın?” dediğim de umudumu artıran bir cevapla karşılaştım. “ Ne yatması yav. Fırından ekmek almaya geldim” dedi. Sonradan değişik vasıtalarla Nafi’den haber almaya çalıştım.
Nafi’yi Malatya Araştırma hastanesine yatırmışlar. Nafi oraya yattı ise sonuç hüsran diye düşündüm. Dediğim de çıktı. Cesaretimi toplayarak telefon açtım. Nafi zor nefes alıyor ve de zor konuşuyordu. Uzatmadım. Şifalar dileyerek kapattım. Ve sonuç tüm insanların gideceği yer. Evet, Nafi her canlının mutlaka yaşayacağı ve tadacağı yere gitti. Ama inançla, şerefle, dimdik, alnı pak ve açık, kimseye minnet etmeden ve zarar vermeden…
Yüce Kur’an’da kimlerin Cennet’e gideceği değişik ayetlerde açıklanıyor. Kasas suresi 83 de şöyle deniyor: “İşte ahiret yurdu. Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz”. Mümin suresinde de “Kim kötülük işerse onun kadar ceza görür, her kim de mümin olarak faydalı bir iş yaparsa işte onlar Cennet’e girecekler; orada hesapsız rızık verilecektir” diye ifade ediliyor. Meryem suresinde ise; “Tevbe eden, iman eden ve iyi davranışta bulunanlar, Cennet’e gideceklerdir” diye anlatılıyor. Takdir Yüce Mevlam’ın. Zaten onun adına kimse karar veremez.
Nafinin taziyesine ve cenaze törenine katılarak ailesinin acısını bir nebze olsun hafifletmeye çalıştım. Son demlerini Okyar Karakuş nakletti. Nafi’nin sesi de çok güzeldi. Vefat olayından iki üç saat kadar önce Okyar Nafi’yi hastanede ziyaret ediyor. Okyar ile Nafi kucaklaşıyorlar aralarında sohbet başlıyor. Okyar “Nafi ne günler günlerimiz vardı. Beraber şarkılar söylerdik. Hele de Ömrümüzün son demi şarkısını beraber ne güzel okurduk diyince; hastane odasında Nafi: Hele gardaş gene okuyalım teklifine Okyar bigâne kalamaz. Başlarlar beraber söylemeye.
“Ömrümüzün son demi son baharıdır artık
Maziye bir bakıver neler neler bıraktık. “
Buraya gelince Okyar’ın öfkesi kalkar, gözleri dolar ve şarkıyı söylemeye devam edemez. Ama şarkının meyan kısmını Nafi mükemmel okur.
“Küserek ayrılırsak olur inan ki yazık.
Maziye bir bakıver neler neler bıraktık?”
Şarkı biter ve Okyar’ın ağladığını gören Nafi. Okyar’ı hastaneden uzaklaştırır; Nafi’de bu dünyadan. 11 Mayıs 2017 Ankara