Bazen insan kendine bakarken en çok ellerine takılır gözleri.
Çünkü yüz değişir, saç beyazlar, zaman omuzları eğip bükebilir;
ama eller, bütün bir ömrün sessiz hikâyesini taşır.
Avuç içindeki çizgiler, parmak uçlarındaki sertlik, tırnak diplerine yerleşmiş hatıralar…
Hepsi bir yaşanmışlığın kaydıdır.
Bir el, sabah uykusundan yeni uyanmış bir çocuğun saçını düzeltebilir.
Bir sofrayı kurar, bir kapıyı açar, bir insanın kalbine sıcaklık taşır.
Bir mektupta harf olur, bir emekte alın teri, bir işte ustalık…
Bir el, toprağa uzanıp bir fidanın filizlenmesine vesile olabilir.
Ve ne acıdır ki aynı eller,
yetişmiş nice fidanın —bir kadın, bir çocuk, bir umut—
toprağa verilmesine sebep olabiliyor.
İşte elin en büyük çelişkisi burada başlıyor:
Yaşatmaya da yarar, yok etmeye de.
Hatay’da toprağın altından yaralı hâlde çıkarılan 10 yaşındaki Amir’in sesi hâlâ kulaklarda:
“Dayım yaptı…”
Bir çocuğun, kendi akrabasının elleriyle ölüme terk edilmesi, sadece bir haber değil;
insanlığın en karanlık aynasıdır.
Ve bu karanlık sadece çocuklara değil,
kadınlara da dokunuyor.
Bugün ülkede pek çok kadın, bir zamanlar sevgi göstermek için uzatılan ellerin
bir öfke anında canına kast edebilmesinin acısını yaşıyor.
O yüzden mesele elin kendisi değil;
eli yöneten niyettir.
Bir el şefkatin aracı da olabilir, şiddetin silahı da.
Bir el umut dikebilir, yine bir el umudu gömebilir.
Toprağın kaderi bile elin niyetine bağlıdır.
Şu gerçeği hatırlamadan hiçbir acıyı onaramayız:
El masumdur; masumiyeti bozan niyettir.
Niyet karanlığa teslim olduğunda, el de karanlığı taşır.
Bu çağın bize sorduğu soru çok basit ama çok ağırdır:
Biz hangi niyetle dokunuyoruz hayata?
Bir çocuğun canı, bir kadının nefesi, bir toplumun yarası
bu sorunun cevabı kadar güvende.
Şimdi bir kez daha ellerimize bakalım…
Ne filizlendirdik, neyi toprağa gömdük, gerçekten görelim.
Belki o zaman
eller, bir gün gerçekten
yalnızca iyiliği taşır.