Hayat devam ediyor. Sabah kalktığımızda o günün araçları ile üretilip, yine o günün araçları ile hizmetimize sunulan giyeceklerimizi giyip, yemekleri ile karnımızı doyurup, hayatımızı yeniden üretmek için her birimiz kendi alanlarımız içerisinde yaşamımızı sürdürmeye devam edeceğiz.

Demek ki hem yememiz içmemiz, hem de yaşamımızın kendisi, bir ‘Üretim Süreci’ içerisinde yoluna devam ediyor. Bu ‘Üretim Süreci’ içinde daha neler neler var? Evet var. Hayır Var. Hayatı Üretim Süreçlerinin dışında okuyanlar, hep hayatın dışında kalmışlardır.

Birinci Dünya Emperyalist paylaşım savaşında 15, İkinci Dünya Emperyalist paylaşım savaşında 50 milyona yakın insan savaşların yıkımında neden öldü? Ya bu savaşlar öncesi? Avrupa’da yüz binlerce insanın ölümüne neden olan din savaşları ne yüzünden oldu sanıyorsunuz? Biraz disiplinler arası bilgilerimizitazeleyip baktığımızda, yaşamın içerisinde kendi yolunda ilerleyen ‘Üretim Süreçlerinin’ sıçrama durumlarında hep böyle dünya alt-üstler yaşamış. Bugün dünyada (Amerika ve Avrupa’da) yaşanan ırkçı, şoven, İslam karşıtlığı yaklaşımları ‘Üretim Süreci’ dışında görebilir-miyiz?

Üretim Süreci dediğimiz şey; mal ve hizmetlerin yeniden yeniden üretilirken, eski araç ve bu araçlara dayalı üretim ilişkilerinin yerine, bu kez mal ve hizmetlerin yeni başka araçla üretilmesi sonucu yeni üretim ilişkilerinin hayata geçmesi anlamına gelmektedir. Eskiye dayanarak hayatı şekillendiren ‘üretim Süreci,’ kendisi yerine geçecek olan yeni üretim sürecine yerini bırakıp, yeni bir yol buluncaya kadar dünyadaki bu kaos ortamı devam edecek. Bu kargaşa ortamına ülkeler ne kadar hazırlıklı olurlarsa, halkları o kadar az acı çekecek.

Yoluna gitmeyen bir şey varsa kafamızın içindekiler. Yani düşüncelerimiz. Düşüncelerimizi hayatın içine bakarak, hayatın içinde hem küresel dünyada, hem de bulunduğumuz coğrafya ve mekânda neler olup bittiğini anlamaya çalışarak, onlar üzerinde biraz kafa yorarsak, ne birbirimizi sözlerimizle üzecek, ne de dostluğumuz ve arkadaşlığımızı, ne de kardeşçe yaşamımızı, bugünün üretilen anlamsız şeyleri üzerinden birbirimizle kavga edeceğiz.

Kısa bir makalenin sınırları içerisinde felsefi ya da bir sanat dergisinde yazmadığımı bilerek, kafa karışıklığımızın; başka bir biçimde ifade edecek olursam, ‘KAVRAM KARGAŞAMIZIN’ nereden kaynaklandığına biraz daha yakından bakmak istiyorum. Öyle uzun uzadıya bilimsel ve felsefi terimlere girmeden, soldan ve sağdan baktığımızı vehmederek şeylerin analizinde, neden birbirimizi anlamadığımızı anlamaya çalışacağım.

Aslında baktığımızı zannettiğimiz nesnelerin bütünlüğünü görme veya iç ilişkilerindeki işleyişleri ayrıştırarak, oradan yeniden bütüne varma ve bütünün de yeniden başka bir şeye dönüştüğünü görme yerine; kafamızdaki kurgulara göre şeyleri anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Sonuçta bu anlamaya ya da anlatmaya da çalıştığımız şeyler, kavramlar olarak kafamızdaki yerlerini alıyor. Artık onlar bizim var olan ‘TEK DOĞRULARIMIZDIR.’ Onlar bizim ‘İDEOLOJİLERİMİZDİR.’ Tek bir sözcükle ifade edecek olursak, onlar bizim değişmezlerimizdir. ÖNYARGILARIMIZDIR.

Kavramlar bir kez ideoloji-leştiler mi? Soldan da, sağdan da baksan fark etmez!

Devlet, anayasa, demokrasi, işçi sınıfı, küreselleşme, bilgi, bilgi toplumu, kimlik, inanç, din iman gibi kavramları ‘ÜRETİM SÜREÇLERİ’ dışında; madde, zaman, coğrafya ve mekândan kopararak öznel düşüncelerimizle açıklayıp, haklılığımızı ispatlamaya çalışıyoruz. Yazı yazık…

Oysa 1969- 1975 yılları arasında Urfa’da görev yaptığım yıllar içerisinde ne ben, ne Urfalılar, ne de dünya biliyordu ‘GÖBEKLİTEPEYİ.’ Dünya, ülkemiz ve Urfalılar 2000 yıllarında yapılan bir kazıyla Göbekli Tepe’deki insan topluluğunun yaşamını öğrenmeye, halen de yapılan kazılarileo yıllarda insanların nasıl bir hayat tarzı sürdürdüklerini ve o yıllarda neler olup bittiğini örenmeye çalışıyorlar.2003 yılında Urfa’ya yaptığımız bir gezi sırasında M.Ö. 10-12 bin yılları arasında bir topluluğun buralarda yaşadığını, yapılan kazılar sonucu ortaya çıkan buluntuları görünce öğrenmiştim.

Ya M.Ö.8 binli yıllarda ve şimdi Karakaya Baraj Gölü altında kalan Cafer höyüğümüze ne demeli? Malatya müzemizde o günkü hemşerilerimizin, ne ürettiklerini, bu ürettiklerini nasıl bölüştüklerini, birbirine bitişik evlerde nasıl yaşadıklarını, evleri arasında yollarının olmadığını, komşuluklarını damlarının üzerinden birbirilerine gidip gelmeleri ile sağladıklarını, inançları, kimlikleri, yapılan kazı sonucu hepsi ayan beyan ortaya dökülmüş durumda. Ya OrduzuAslan tepemiz? Ya oradaki saray?Ya sarayın içinde oturup bütün üretim ve dağıtım sürçlerini kontrol eden ve kendini hem tanrı, hem kral, ilan eden, Kral-Tanrı Tarhunza’nın vebuyruğu altında yaşayan halkların nasıl bir yaşam tarzı sürdüğünün, hangisinin içinde neler olup-bittiğini öğrenip hayatı, hayat tarzlarımızın kendisini hangimiz sorguladık? Ya bu gün? Hayatı ve hayatın içindekileri ne kadar sorgulayabiliyoruz ki!

16 Nisan Anayasa değişikliği referandumuna giderken de böyle bir olguyla, olayla karşı karşıyayız. Öyle kızgınız öyle kızgınız ki, bu anayasa değişikliğini hayatımızın sonu gibi görüp, kırk yıllık dostlar arkadaşlar, bırakın dostları arkadaşları, en yakınlarımızla zaman zaman gergin anlar yaşamıyor-muyuz? Oysa bu anayasa değişikliğe; ne hayatımızın, ne de devletimizin sonu.

Türkiye’de anayasal hareketler 19. Yüzyılın ikinci yarısında başlamış ve ilk anayasa Osmanlı İmparatorluğunda 1876 yılında kabul edilmiştir. 1921 Anayasası, kurtuluş savaşı yıllarında çıkarılmıştır. Cumhuriyet döneminde üç anayasa çıkarılmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin ilk anayasası 1924’te, ikincisi 1961’de ve bugün yürürlükte olan üçüncüsü ise 1982 yılında çıkarılmıştır.Bu anayasaların kendi tarihleri içerisinde her birinin onlarca, hatta daha fazla değişikliği yaşadığını, öğrenmek istersek tarih sayfaları bize öğretiyor. Yeter ki öğrenmeye çalışalım.

Demek ki yapılacak anayasa değişikliğini, insan yaşamının kendisinin sonu gibi bakmayalım, yeter ki öylede sunmayalım.

Bugünümüzün dünyasındaki gelişmeleri de göz önünde bulundurarak, 2000’li yıllarda yazdığım bir köşe yazısından birkaç alıntıyı sizlerle burada, bu satırların arasında buluşturmak istiyorum. Bugünkü yaşadığımız bütün yaşanan gerçekler bu satırların içinde gömülü.

‘Modernleşme ve endüstrileşme süreçleri, toplumsal alanın tüm unsurlarını dönüşüme uğratmış ve yeniden tanımlanmıştır. Tarım endüstri olarak modernleştiğinde, çiftçilik zamanla bütün disiplini, teknolojisi, ücret ilişkileriyle bir fabrika haline geldi. Tarım endüstri olarak modernleşti. Daha genel olarak, toplumun kendisi yavaş yavaş insan ilişkilerini ve insan doğasını bile dönüştürme noktası kadar endüstrileşti. Toplum bir fabrika haline geldi. Yirminci yüzyıl başlarında, Robert Musil insanlığın kutsal tarım dünyasından toplumsal fabrikaya geçiş döneminde uğradığı dönüşümü mükemmel bir dille yansıtmıştı. İnsanların doğal olarak kendileri için hazır bekleyen koşullarda büyüdüğü ve bunun kendisi olmanın çok sağlıklı bir yolu olduğu bir zaman vardı. Ama her şeyin alt üst olduğu bu günlerde, her şeyin büyüdüğü topraktan koptuğu bir dönemde, hatta adeta geleneksel el becerilerinin yerini makine ve fabrikaya uygun bir tür zekâ koyma gereği duyuyor. İnsan olma süreçleri ve bizatihi insan doğası, modernleşme tarafından tanımlanan geçiş sürecinde kökünden dönüşüme uğradı.

Ama günümüzde modernleşme sona ermiştir. Başka bir ifadeyle, endüstriyel üretim artık tahakkümünü öteki ekonomik biçimler ve toplumsal olgulara genişletemiyor. Bu değişimin bir belirtisi istihdamdaki nicel değişikliklerde görülebilir. Modernleşme süreci emeğin tarım ve madencilikten (birincil sektör) endüstriye ( ikincil sektör ) göçüyle tamamlanırken, Post modernleşme ya da enformatikleşme süreci, emeğin endüstriden hizmet alanına ( üçüncül sektör ) göçüyle tanımlanır. Ve hâkim kapitalist ülkelerde, özellikle de ABD'de 1970 başlarından beri gerçekleşmekte olan bir kaymayla kendini gösterir. Hizmetler sağlıktan eğitime, finanstan taşımacılığa, eğlence ve reklâma kadar geniş bir alanı kapsıyor. İşlerin çoğu son derece değişken ve esnek beceriler gerektiriyor. Daha önemlisi, işlerin özelliği, genelde işin yapılmasında bilginin, enformasyonun, duygularının ve iletişim merkezinin rol oynamasından geliyor. Bu alanda, birçok insan post- endüstriyel ekonomiye enformasyon ekonomisi adını veriyor.

Modernleşmenin bittiği ve küresel ekonominin günümüzde enformasyon ekonomisi yönünde bir postmodernleşme sürecine girdiği iddiası, artık endüstriyel üretimin sonunun geleceği ya da yerkürenin en hâkim bölgelerinde bile önemli bir rol oynamayacağı anlamına gelmez. Tıpkı endüstrileşme süreçlerinin tarımı dönüştürdüğü ve onu daha verimli hale getirdiği gibi, enformasyon devrimi de imalat süreçlerini yeniden tanımlayarak ve gençleştirerek endüstriyi dönüştürecektir. Burada idari bakımdan zorunlu olan yeni işlev; ‘imalatı bir hizmet gibi gör ’formülüyle açıklanabilir. Aslında, endüstriler dönüşüme uğrarken, imalatla hizmetler arasındaki ayrım bulanıklaşıyor. Nasıl modernleşme süreci yoluyla her türlü üretim endüstrileşme eğilimine girmişse, post modernleşme süreciyle de her türlü üretim hizmet üretimi haline, ‘ENFORLATİKLEŞMİŞ’ hale geliyor. Daha on-onbeş yıl geçmeden bugün sürdürdüğümüz mesleklerimizin büyük bir bölümünün altından kayıp gittiğini yaşayarak göreceğiz. Buna uygun yaşam tarzımızın da.

Yukarıdaki bölümleri ya kafamızdaki ideoloj-leştirdiğimiz kavramlarla okuyacağız! Ya da yaşamın gerçekleriyle. Herkesin tercihi kendine.

Ben 16 Nisan Anayasa Referandumu değişikliğinde yukarıda yazılanlara ve süreçlerimizin geçirdiği evreler bakarak, ‘Üretim Sürecinin’ dünyada geliştiği bir evrede; ülkemizde bir ‘Yönetim Sistemi’ değişikliğine ihtiyaç olduğunu, bunun ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ ile Mümkün olacağını, uygun olacağını görmekteyim.16 Nisan Referandumundan sonra da, ülkemizde yaşayan bütün insanların temsilde adalet ölçüsünü sağlayacak, bir ‘ Siyasi Partiler ve Seçim Yasası’ değişikliği ile taçlandırılacağına inanarak bu anayasa referandumuna EVET diyorum.

HAYIR diyen arkadaşlarımın, dostlarımın da görüşlerine saygı duyuyorum.16 Nisan Referandumundan sonrada birlikteliğimizin devam edeceğini, yalnız bizim değil, dünyada ve ülkemizde yaşamın kendisinin her alanda varlığının devam ettireceğini de yaşayarak, görüp öğreneceğiz.

Önemli olanın insanların ve her birimizin ayrı ayrı vicdan, ahlâk ve adalet ölçülerinde yaşam tarzlarımızı sürdürmelerimiz. Her birimizin sürdürdüğümüz bu yaşam tarzlarımıza vicdan, ahlak ve adalet ölçüleri dışında yapılan müdahalelere el birliği ile karşı durabiliyor muyuz? Sen ona bak.

Gerisi lafı güzergâh.