Sevgili dostlar, toplum olarak tuhaf bir alışkanlığımız var: Kötülükten, felaketten, başkalarının düşüşünden besleniyoruz. Daha onceki "Leş kargaları" yazımda da belirtmistim, boş insanların ana sermayeleri kötülüktür. Sanki iyi haberler bizi doyurmuyor; mutluluk, nezaket ve başarı hikâyeleri ilgi çekmiyor. Ne zaman bir skandal patlasa, bir yıkım yaşansa, bir tartışma alevlense; gözlerimiz parlıyor, pürdikkat kesiliyoruz, ekran başına kilitleniyoruz.

Oysa bu, farkında olmadan içimize aldığımız zehirlerden ibarettir. Kötülük, sadece kötülüğü yapanı değil, ona alkış tutanı da zehirler. Sosyal medyada birinin hatası yayılırken, biz onu paylaşarak, yorum yaparak, görmüş olmanın hazzıyla, kötülüğe katkı sunuyoruz. Aslında kötülüğü yeniden üretip, yayıyoruz demektir

Kötülüğün bir “izlenme değeri” var artık. Haber bültenlerinde, dizilerde, tartışma programlarında öfke ve nefret daha çok tıklanıyor, daha çok reyting getiriyor. Çünkü insanoğlu, tehlikeyi seyretmeyi bir tür güvenli adrenalin olarak görüyor. Ama bu alışkanlık, vicdan kaslarımızı köreltiyor.

Oysa iyilik sessizdir; bağırmaz, parlamaz, reklamını yapmaz. Fakat kalıcı olan odur. Bir çocuğun yüzündeki tebessüm, bir yaşlının duası, bir dostun sessiz desteği... Bunlar manşetlere çıkmaz belki, ama bir toplumun gerçek dokusunu bunlar oluşturur.

Artık şu soruyu sormamız gerekiyor: Biz gerçekten nasıl bir toplum olmak istiyoruz? Kötülüğü teşhir ederek ona güç mü veriyoruz, yoksa iyiliği çoğaltarak karanlığı mı azaltıyoruz?

Belki de en büyük değişim, kötülüğü izlemeyi bırakıp iyiliği çoğaltmaya karar verdiğimiz gün başlayacak. Çünkü kötülükten beslenen bir toplum, sonunda kendi vicdanını aç bırakır ve yok olmaya mahkum olur.

Saygılarımla...