Hayata gözümüzü açtığımızda hikâyemiz başlamıştır. Sarılırız tüm gücümüzle o hayatın tatlı dünyasına… Kendimize yer ararız meçhul bir coğrafyada yaşamdan payımızı almaya/koparmaya… Fazlasını isteriz, yetmez tedirginliğiyle! Böyle başlar yaşam yolculuğumuz.

Dünyayı algılamaya çalışırız sessizce. Bakışlarımızda, bedenimizde, ruhumuzda, gençlik “iksirinin” çılgınlığı bizi yarınlarla erken buluşturur. Acelemiz vardır ömrümüzü tüketmeye. Her gün büyürüz kendimizce. Hayallerimize dünyanın gerçekliği sığmaz, uçsuz bucaksız evrende yolculuklar yaparız meçhul galaksilerde… Döndüğümüzde geriye yitik zamanlar, pişmanlıklar, hatalar, acabalar bizi karşılar çoğu zaman. Hayatla hesaplaşmamız henüz başlamıştır.

“Gençlik hata yapabilme özgürlüğüne sahiptir” sözü bizi kurtarmaktan uzaktır artık. Zaman mefhumu da hatalarımızı telafi etmeye yetmeyebilir. Kaldığımız yerden hayata devam ederiz geçmişe inat! Seçeneklerden birine kendimizi implante etmenin yollarını ararız tüm gücümüzle.

Yoksulluk sarkacında yaşayan, soğuk gecelerde üşüyen ama umutlarını kaybetmeyen insanlar dünyaya farklı bir geçmiş bırakabiliyorlar. Yaşanılır bir dünyaya katkı sağlamak, kendini feda etmek, idealleri gerçeğe dönüştürme çabaları karışır onların yarınlarına. Öğrenmenin, çalışmanın, başarının ve bilginin dünyasıyla buluşup yarına hazırlanmalarına gıptayla bakılır. Onların bu çabaları bazen derin bir utancı dayatır hayat hikâyemize…

Geçen zamanın gerisinde bıraktıklarımız hem geleceğimizi şekillendirir hem de dünyaya katkımızın bir ölçüsüne dönüşür. Zaman kavramı geçmişin terazisinde kendini bir kefeye koymanın hazını yaşıyordur artık. Ünlü yazar Stefan Zweig; “Yıllar böyle seyahat ederek, öğrenerek, okuyarak ve zevk alarak geçiyordu, bir sabah uyandım ve elli yaşındaydım.” İnsanın ömrünü özetleyen, insanın geçmişte yaşadıklarıyla tekrar buluşturmayan zamanın sessizce nasıl yol aldığı konusunda önemli bir tespit.

Bir şimşek çakması, bir yıldız kayması, bir meteor düşmesi kadar kısa ömürde, kötümserlikte güç bulmak ve onun büyüsünün tuzağına düşmenin anlamsızlığıyla yüzleştiğimizde zamanın geçmişimiz karşısındaki çaresizliğine tanık oluruz. Doğrular, hatalar bilançolanır huzursuz ruhumuzda. Savunma mekanizmaları, zamanın ruhu, hırsımıza yenilmenin gerekçeleri bizi kısa süreliğine avutabilir ancak.

Hayatın anlamını, sonsuz öğrenmenin heyecanını yitirmeden hayata sımsıkı bağlandığımız ölçüde mutlu oluruz. Bir mağdurun elini tutuğumuzda ve vicdanımızın sesini dinlediğimizde dünyaya bir miras bırakmış oluruz. Zamanın ömrümüzde alıp götürdüğü anlamsız geçmişi yarınlara borç kaydederek alacağımız yol, yitik bir zamanla da son bulabilir.

Bu nedenle genç yaşta karamsarlığa, ertelenmiş-amaçsız bir yaşama ve kabullenmiş bir çaresizliğe duygu dünyamızda yer vermediğimiz sürece hayat daha anlamlı olur.